27 Şubat 2019 Çarşamba

SAĞLIK HAKKI VE ENGELLİLER "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" (Ankara, 30.03.2016) -Soğuk savaşın sona ermesinden sonra içine girilmiş olan küreselleşme döneminin en göze çarpan yeniliklerinden birisi, insan hakları konusunun dünya gündeminde en önde gelen bir yere sahip olmasıdır .Aslında ,dünya savaşları sonrasında Birleşmiş Milletlerin bir büyük uluslararası örgüt olarak kurulmasından sonra , bu üst kuruluşun önde gelen gündemi insan hakları olmuştur .

SAĞLIK HAKKI VE ENGELLİLER 
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 30.03.2016

Soğuk savaşın sona ermesinden sonra içine girilmiş olan küreselleşme döneminin en göze çarpan yeniliklerinden birisi, insan hakları konusunun dünya gündeminde en önde gelen bir yere sahip olmasıdır .Aslında ,dünya savaşları sonrasında Birleşmiş Milletlerin bir büyük uluslararası örgüt olarak kurulmasından sonra , bu üst kuruluşun önde gelen gündemi insan hakları olmuştur .Hemen hemen her yıl hak ve özgürlüklerin değişik alanlarında ele alındığı uluslararası kongreler düzenlenmiş ve bütün dünya ülkelerinden kendi alanında uzman olan katılımcıların katkıları ile uluslararası insan hakları sözleşmeleri kabül edilmiştir . Önce genel alanları düzene koyan ana sözleşmeler hazırlanarak benimsenmiştir . Daha sonraki aşamada ise özel alanlara girilerek bunların düzene kavuşturulmasıyla ilgili özel başlıklı insan hakları protokolları Birleşmiş Milletler örgütünün genel kurulu kararı ile dünya düzeyinde geçerlik kazanmıştır .Yeryüzünde var olan bütün devletlerin üye olarak çatısı altında yer aldığı Birleşmiş Milletler örgütü , geleceğin dünyasını yaratma doğrultusundaki çalışmalarını sürdürürken , insanoğlunun her alanda bulunan temel hak ve özgürlüklerinin uluslararası alanda güvence altına alınmasına öncelik vermiştir .

Dünya ilerlerken , sosyal ve siyasal yaşam daha gelişmiş düzeyde yeniden yapılanırken , insana önem verilmesi ve insanın her şeyin ölçüsü olduğu inancı ile , insan onuruna yakışan bir yeni dünya düzeninin oluşturulması konusunda bütün dünya ülkeleri düşünce birliği içinde olmuşlar ve Birleşmiş Milletler aracılığı ile çeşitli alanlarda insan hak ve özgürlüklerini güvence altına alan ve bunlar ile ilgili uluslararası düzeyde bir koruma düzeni oluşturan yeni sözleşmelere bütün dünya ülkeleri hem katılmışlar hem de destek vermişlerdir . İnsanoğlunun doğuştan gelen hak ve özgürlükleri temel haklar , siyasal,sosyal,ekonomik ve kültürel haklar olarak kendi içinde tasnife çalışılırken , bu alanlarda temel sözleşmelere öncelik verilerek hareket edilmiştir . Ayrıca insan toplumları içinde yer alan kişilerin içinde bulundukları konumlara göre , kadınlar ,gençler ve çocuklar için ayrı kategorilerde insan hakları sözleşmeleri hazırlanarak kabül edilmiştir . Bu doğrultuda ,hazırlanan özel sözleşmelerden birisi de Engelli Kişilerin Hakları Sözleşmesidir .13.12.2006 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda kabül edilen bu sözleşme ile engelli insanların sahip olması gereken bütün insan hakları, Birleşmiş Milletler aracılığı ile uluslar arası güvenceye kavuşturulmuştur . Sözleşme maddeleri yakından incelendiğinde , engelli insanların insanlık ailesinin onurlu üyeleri olarak kabül edildiği ve bu doğrultuda hiçbir ayırım yapılmadan bütün engellilerin ,engelsiz normal insanların sahip olduğu hak ve özgürlüklere sahip kılındığı görülmektedir . Özgürlük ,adalet ve barış gibi temel değerler üzerine kurulmuş olan bu protokol aracılığı ile engelli insanların her alanda resmen tanınmış olan bütün hak ve özgürlüklere tıpkı engelsiz insanlar gibi sahip kılındıkları ortaya çıkmıştır . Böylece , yirmi birinci yüzyılın başlarında dünya gelişme yolunda ilerlerken ,hak ve özgürlüklerin en gelişmiş düzeyde engelli insanlara da tanınmış olduğu bir aşamaya gelinmiştir . Yıllardır ihmal edilen , normal devlet ve toplum düzenleri içinde ikinci sınıf bir konuma iteklenen, engelli insanların da gelişmişlik düzeyinin getirdiği yeni hak ve özgürlüklerden yararlanabilecekleri bir yeni dünya düzeni gündeme gelmiştir . Yüzyıllar boyunca sürdürülmüş olan hak ve özgürlükler mücadelesinin meyvelerinin alınmaya başlandığı bir dönemde ,engelli insanlar eskisi gibi mağdur edilmemiş ve onların da insan oldukları anımsanarak eşit haklar sağlanmıştır .

Bir insanın doğuştan engelli olarak hayata gelmesi ya da normal olarak doğmuş insanların yaşam süreci içerisinde engelli konumuna sürüklenmeleri gibi olumsuz durumların dikkate alınmasıyla , insanlığın daha sağlıklı bir düzene kavuşturulması hedeflenmiştir .İnsan bedeninin herhangi bir kısmında meydana gelen normal dışı durumlar engellilik durumu olarak belirlendiğinden ,diğer insanların normal bedensel bütünlüğü çerçevesinde ortaya çıkan eksiklikler doğrultusunda engelli sorunları çözülmeye çalışılmıştır . İnsan bedeninde en küçük bir rahatsızlık ciddi sağlık sorunları yarattığı için ,sağlık alanında da Birleşmiş Milletler örgütü çeşitli protokollar çıkartarak insanlığın en temel haklarından birisi olan sağlık hakkını düzenlemişlerdir . Bu çerçevede insanlığın sağlık hakkı üzerinden engelli insanların sorunlarına bakıldığı zaman , ciddi bir sağlık sorunu ile karşılaşılmaktadır . Sağlık hakkının temel bir insan hakkı olarak ele alınmasıyla , sahip oldukları bedensel özürlülük durumu ile normal insanların bedensel bütünlüğünün dışında kalan engelli insanların, hak ve özgürlükleri sorunu gündeme gelmektedir . Sağlık hakkı uluslararası insan hakları protokollarında yer alarak düzenlenen bir pozitif hak olarak insanlığa yön gösterirken , engelli insanların sahip oldukları bedensel bütünlük sorunlarını da karşılayarak ,bunlara çözümler getirebilecek bir durumda olmak zorundadır .

Bir insanın , insan olmaktan gelen bedensel yapısı içindeki bütün organların ve beden parçalarının olması gerektiği gibi bir yapıya sahip bulunması ve bunlarda herhangi bir aksaklığın ortaya çıkmaması gibi durumlarda sağlık hakkının gerçekleşmiş olduğu var sayılmaktadır . İnsanın insanca yaşayabilmesi için bedensel özelliklerinin bütününü kullanabilecek konumda bulunması ,gerçek anlamda sağlıklı bir durumu ortaya koymaktadır . Yaşam hakkının tamamını kapsayan sağlık hakkı ,insanların doğal yaşamlarını sürdürebilmeleri açısından bütün organizmanın ve bedensel bütünlüğün tamamiyetini esas almaktadır . Sağlık kavramı ile neyin kastedildiği belirlenemezse , sağlık kavramı belirsiz bir durumda bırakılırsa o zaman insanların sahip olmaları gereken en üst düzeyde sağlık hakkının gerçekleştirilmesi tehlike altına girebilir. Sağlık hakkının içeriği tam olarak belirlenirken , bütün muğlak durumlar giderilmeli ve engelli ya da özürlü insanların bütünüyle sağlıklı bir duruma gelebilmeleri açısından sağlık kavramının içeriği bilimsel verilerle doldurulmalıdır . İnsan hakları , devlet-toplum-birey üçgeninde gerçekleştirilirken devlet ve toplum düzenlerinin normal düzeyde örgütlenebilmesi için, bütün engelli insanların gereksinmelerinin belirlenerek sağlık hizmetleri çerçevesinde karşılanabilmeleri gerekmektedir . Engellilerin normal yaşama sahip olabilmeleri için sağlık hakkının uluslararası protokollar doğrultusunda ve anayasal güvence çerçevesinde toplum içerisinde gerçekleştirilmesi gerekmektedir .

Sağlık hakkı önce insanların sağlıklı bir biçimde hayata gelmelerini daha sonra da yaşamları sırasında ,sağlıklı bir ömür sürdürebilmelerinin olanaklarını güvence altına alan bir haktır . İnsanların ulaşabilecekleri en yüksek standartta sağlık hizmetlerinin yürütülmesi , sağlık hakkının doğal bir sonucudur . İnsanların en üst düzeyde yaşam kalitesine kavuşturulmasında , sağlık hizmetleri en önde gelen bir yere sahip olduğu için bu noktada bir sınırdan söz edebilmek mümkün değildir .Sağlık sorunlarını çözene kadar , insanlara yönelik sağlık hizmetleri en üst düzeye kadar yürütülecek ve bu doğrultuda engelli insanların sorunlarının giderilmesine de öncelik verilecektir . Son yıllardaki gelişmeler doğrultusunda ortaya çıkan sağlık hukuku açısından engellilerin durumları bu çizgide belirlenebilmektedir .Engelli insanın sahip olduğu engel bir sağlık sorunu olarak öne çıkıyorsa , sağlık hizmetleri çerçevesinde bunun giderilmesi ya da onarılması ,sağlık hukukunun doğal bir gereğidir . En küçük bir sağlık sorunu bile, engelli insanların geleceği açısından çözüme kavuşturularak sorun olmaktan çıkarılmak durumundadır .

Engelliler kendileri ile ilgili olarak hazırlanmış özel sözleşmenin yanısıra , Birleşmiş Milletler örgütü çatısı altında imzalanmış olan diğer uluslararası protokolların da genel koruması altındadırlar . Temel hak ve özgürlükler ile ilgili sözleşmelerin yanı sıra ; ırk ayırımcılığının , kadınlara karşı ayırımcılığın ,soykırım suçunun ,işkence ve zalim davranışların ,köleliğin ve her türlü baskının önlenmesi ile ilgili Birleşmiş Milletler sözleşmeleri bütün insanlık ile birlikte engelliler için de genel bir koruma düzeni sağlamaktadır . Bütün dünya devletlerinin ortak hareket ettiği uluslararası çatı altında her sorun ele alınarak çözüme kavuşturulurken , engeliler toplumu da görmezden gelinerek dışarıda bırakılmamış aksine bu kesimin hak ve özgürlüklerinin en üst düzeyde tanınması ile insanlığın daha sağlıklı bir ortamda yaşayabilmesi mümkün olabilmiştir .Birleşmiş Milletler’in herkese eşit olarak tanımış olduğu hak ve özgürlükler düzeninden engellilerin de diğer insanlar gibi faydalanabilmeleri yüzyılların sorunu olan ayırımcılık çıkmazının da aşılabilmesine yardımcı olmuş ve böylece insanlar arasında her türlü ayırım ya da farklılık devletlerin öncülüğünde sağlanan uluslararası dayanışma ile aşılabilmiştir . İnsanlara tıbbı açıdan en ileri sağlık hizmetlerinin gerçekleştirilmesi diğer hak ve özgürlüklerin daha üst düzeyde gerçekleşebilmesi için elverişli bir ortam yaratmıştır . Bedensel bütünlüğe sahip olan insanlar engellilerin önünü açmış ve sağlanan olanaklar ile her iki kesimin gereksinmeleri karşılanabilmiştir .

Sağlık hakkının gerçekleştirildiği ikinci adres her ülkenin kendi parlamentosudur . Birleşmiş Milletler protokollarını meclis kararı ile benimseyen ülkelerin parlamentolarında sağlık hakkı ile ilgili bütün sorunlar ele alınarak , yeni yasal düzenlemeler ile kamusal alanda toplumun ve kişilerin yararına olacak bir sağlık düzeni hukuk açısından kurulabilmektedir . Sağlık hukukunun var olabilmesi için ilk koşul olan sağlık hakkının yasalarla tanınmasıyla hasta ve engelli insanların gereksinmeleri karşılanabilmektedir .Sağlık hukukunun ikinci koşulu ise , hasta ve engelli insanlar için her türlü ayırımcılığın ortadan kaldırılmasıdır . Uluslararası insan hakları protokolları ile ulusal düzeyde geçerli olan anayasalar da var olan genel eşitlik ilkesi, insanlar arasında her türlü ayırımcılığı kaldırdığı gibi , hasta ve engelli insanlara da en üst düzeyde sağlık hizmetlerinin götürülmesini öne çıkarmaktadır . İnsanlar arasındaki ilişkilerde acıma , zayıf görme ya da yok sayma gibi engelli insanlara karşı gösterilebilecek ayırımcı tutum ve davranışlar sağlık hakkını önleyebileceği gibi uzun uğraşlar sonucunda gerçekleştirilmiş sağlık düzenlerini bozarak sağlık hukukuna zarar verebilmekte bazan da sağlık alanında hukuku toptan kaldırabilecek olumsuz gelişmeler de ,sağlık hakkı ile birlikte sağlık hukukunu olumsuz etkilemektedir . Tıbbi hizmetlerin yanı sıra sosyal hizmetlerin de en üst düzeyde gerçekleştirilmesi sağlık alanında hukuki yapının korunabilmesi açısından önemlidir .

Engelli insanların sorunlarının acıma ya da merhamet duyguları ile çözülemeyeceği açıktır . Engellileri içine düştükleri aciz durumdan acilen kurtarmak , engelliler sorununun çözümünde ilk atılması gereken adımdır . İkinci olarak olarak gereksinmelerin gerçekçi bir tutum ile belirlenmesiyle kamu hizmetlerinin bu yönde acilen çözümü için harekete geçilmesi gerekmektedir . Üçüncü olarak ,başkasının yardımına muhtaç durumdaki engellilerin zayıf durumlarının önlenmesi ve onların daha güçlü bir konuma kavuşturulmaları doğrultusunda, bir sosyal programın geleceğe dönük olarak hazırlanması ve geleceğin iktidarlarına bir ön hazırlık olarak bu engellerinnormalizasyonu programının sunulması gerekmektedir . Küreselleşme sürecinde kapitalizmin tekelleşmesiyle sosyal devlet uygulamalarının ortadan kalkması , ulus devletleri kendi toplumunun insanlarına karşı daha zayıf bir konuma düşürmüştür . Giderek büyüyen istihdam sorunu da dikkate alınarak , engellilerin düzenli bir çalışma hayatına kavuşturulabilmesi için ,yeniden sosyal devlet uygulamalarına geri dönülmesi gerekmektedir .İstihdam sorununun çözümü ileiş sahibi olacak engelliler kendi hayatlarını kurtaracakları için, devlete ve topluma da yük olmaktan kurtulacaklardır .

13 Aralık 2018 Perşembe

BREXİT’TEN TREXİT’E AVRUPA NEREYE?.. "Prof.Dr.ANIL ÇEÇEN" (Ankara, 02 Mayıs 2017-2.05.2017) ANKARA KALESİ NO: 232 -Geçmişte kalan yüzyılın getirmiş olduğu birikimler yeni bir dünya yapılanmasının önünü açarken, geleceğe dönük beklentiler geçmişin devamı doğrultusunda öne çıkmış ama tamamen tersi bir çizgide beklenmeyen olaylar ortaya çıkınca, siyasal gelişmeler de bu gibi durumların etkisi altında kalmış ve beklenenden çok farklı bir dünya yapılanması ile insanlık karşı karşıya kalmıştır.

ANKARA KALESİ NO: 232 
"BREXİT’TEN TREXİT’E AVRUPA NEREYE?" 
Prof.Dr.ANIL ÇEÇEN
Ankara, 02 Mayıs 2017


Yirmi birinci yüzyılın içlerine doğru gidildikçe ve yerküre bu doğrultuda yuvarlandıkça ortaya yeni yeni manzaralar çıkmaktadır. Yirminci yüzyılın birikimleriyle yeni bir yüzyıla girmiş olan dünya, bu yeni yüzyıl içerisinde yoluna devam ettikçe, eskisinden çok farklı olarak hiç beklenmeyen yeni oluşumların gündeme geldiği ve bu doğrultuda dünya ülkelerinin beklenenden çok farklı durumlar ile karşı karşıya geldikleri görülmektedir. Geçmişte kalan yüzyılın getirmiş olduğu birikimler yeni bir dünya yapılanmasının önünü açarken, geleceğe dönük beklentiler geçmişin devamı doğrultusunda öne çıkmış ama tamamen tersi bir çizgide beklenmeyen olaylar ortaya çıkınca, siyasal gelişmeler de bu gibi durumların etkisi altında kalmış ve beklenenden çok farklı bir dünya yapılanması ile insanlık karşı karşıya kalmıştır. Yeni yüzyılın daha ilk çeyreği dolmadan , geçen asırdan gelen dünya sahnesinde önemli değişikliklerin devreye girdiği görülmekte ve daha şimdiden eskisinden çok farklı bir dünya yapılanması ile insanlık karşı karşıya kalmaktadır . Küresel anlamda bütün dünya kıtalarını kapsayan bir değerlendirme olarak böyle bir sonuca varırken , her kıta gibi Avrupa kıtası da kendi payına düşen yeni gelişmeler ve çok farklı bir değişim rüzgarı ile karşı karşıyadır . Çağdaş uygarlığın beşiği olarak kabül edilen bu dünyanın en küçük kıtasındaki yeni gelişmeler gene bütün dünyanın geleceğini yakından etkileyecekmiş gibi görünmektedir .

Avrupa Birliği , yirminci yüzyılda başlayarak çeşitli siyasal gelişmeler ile yirmi birinci yüzyılın ortalarına doğru tamamlanma sürecini bitirmesi beklenen bir önemli siyasal oluşum olarak tarih sahnesine geçen yüzyılın ortalarında gündeme gelmiş olan bir siyasal gelişme idi . Geçen yüzyılın iki büyük dünya savaşına sahne olmasından sonra , bu doğrultuda yüz milyondan fazla insanını kaybeden Avrupa ülkelerinin bir kıtasal birlik çatısı altına alınmasıyla, üçüncü dünya savaşını önleyebilecek bir uluslararası barışın ilk adımları atılmıştır .Dünya savaşları sonrasında , kömür-demir-çelik gibi ana sanayi dallarında başlatılan işbirliği, daha sonraki aşamada bir ortak pazara ve çeyrek asırlık bir hazırlık sonrasında da Avrupa Topluluğuna dönüşüyordu . Yirminci yüzyılın sonlarına doğru gelindiğinde Avrupa kıtasındaki ülkelerin büyük çoğunluğunu çatısı altında birleştiren bu ortak dayanışma girişimi , yirmi birinci yüzyıla girerken kendisini bir kıtasal birlik görünümünde Avrupa Birliği olarak ilan ediyordu .Soğuk savaşın ortadan kalkmasıyla Avrupa ülkeleri daha kolay bir biçimde bir araya gelerek ,ABD ve SSCB arasında sıkışmış bir küçük kıta görünümünden bir an önce kurtulmak istiyordu . Böylesine bir yaklaşım da kıtanın büyük ülkelerinin öncülüğünde bir kıtasal oluşuma giden yolu kolaylaştırıyordu .İkinci dünya savaşını okyanus ötesi güç ile Bolşeviklerin kurmuş olduğu Sovyetler Birliğinin kazanması üzerine , bütün dünyayı beş yüz yıl yönetmiş olan Avrupa kıtasının büyük devletleri ,kendilerinin öncülüğünde daha etkili bir Avrupa yapılanması arayorlardı.

Bütün dünya kıtalarına egemen olmak ve buralarda birbirleriyle hegemonya savaşları sürdürmek durumunda olan Avrupa’nın büyük ülkeleri , iki dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği gibi iki büyük kıtasal oluşum ile mücadele edebilmek amacıyla kendi kıtalarını da böylesine büyük bir kıtasal birlikteliğe kavuşturarak , iki büyük güç merkezi arasında sıkışıp kalmaktan kurtulmak istemişlerdir . Ekonomik alanda başlayan işbirliğinin kısa zaman içerisinde hukuk ve diğer sosyal alanlara yayılması üzerine , Avrupa devletleri bir büyük kıtasal oluşumu meydana getirmek üzere , yirminci yüzyılın ikinci yarısında kendi aralarında toplanarak ve kıtasal zirve toplantıları düzenleyerek , Amerika Birleşik Devletleri gibi bir büyük kıtasal devlet konumunda Avrupa Birliğini ya da Avrupa Birleşik Devletleri düzenini kurmak için yola çıkmışlardır . Böylesine büyük bir amaç doğrultusunda Avrupa ülkeleri yola çıkarken , Avrupa Birliği yapılanması bütün Avrupalıların kafasında önemli bir ütopya olarak yer alıyordu . Yüzyılların bitmek tükenmek bilmeyen savaşları ve en sonunda iki büyük cihan savaşının getirdiği yüz milyonu aşkın insan kaybı , artık insanlığın bir şeyler yapmasını gerekli kılıyordu . İki büyük dünya savaşı sonrasında kalıcı bir barış düzeninin kurulamaması,aksine Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği gibi iki yeni büyük emperyalist devlet yapılanmasının ortaya çıkması üzerine eski dünyanın uygar kıtası olarak ya da Avrupa’nın denge kurucu bir merkez olarak yeni bir kıtasal birlik ile dünya sahnesinde yeniden öne çıkması gerekiyordu .Evrensel bir barış düzeninin kalıcı olarak ortaya çıkarılabilmesi için büyük kıtasal oluşumlar arasında yeni dengelerin kurulması gerekiyordu . Ancak birbirini denetleyebilecek güçte oluşumların caydırıcı güç olarak etkinliğini duyurması nedeniyle , Amerikan ve Rus emperyalizmlerine karşı bir güç dengesi olabilecek Avrupa Birliği gerekliliği uluslararası alanda kendisini hissettirmesi üzerine , Avrupa’nın önde gelen büyük devletlerinin öncülüğünde Avrupa Birliği oluşumu dünya sahnesinde yerini alıyordu .

Ondokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar İngiltere’nin temsil ettiği dünya devleti yapılanması oluşumunu ,birinci dünya savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri devralıyordu. Uzun yıllar bilimin,kültürün ve uygarlığın beşiği olan Avrupa’nın dünya savaşlarının altında kalması üzerine bu alanlardaki öncü konumunu yitirdiği ortaya çıkmıştır .Böylesine bir kimliğe sahip olan Avrupa ülkeleri gene eskisi gibi uygarlık yarışında ön plana geçmek arzuları , ABD ve SSCB ile olan rekabeti öne çıkarıyordu . ABD ve SSCB gibi sonradan olma büyük siyasal güçlerin karşısında beş yüz yıllık uygarlığın ,bilimsel ve kültürel gelişmelerin öncüsü olan Avrupa ülkeleri yeniden eski konumlarına gelebilmek üzere de barış ve işbirliği içerisinde bir kıtasal birliğe yönelmeye başlıyorlardı . İşte tam bu aşamada Avrupa Birliği gibi batılı ve gelişmiş bir kıtasal oluşumun Avrupalıların zihninde büyük bir ütopya olarak öne çıktığı görülmektedir .Bir yandan komşu ülkeler ile diğer yandan da sömürgelerdeki savaşlar Avrupa devletlerini kalıcı bir barış düzeni aramaya doğru sürüklediği bir aşamada , Avrupa Birliği ütopyasının Avrupa insanlarının düşüncelerinde yer etmesini anlayışla karşılamak gerekmektedir . Amerika Birleşik Devletlerinin zaman içinde ekonomik , teknolojik ve bilimsel çalışma alanlarında fazlasıyla ileri gitmesi üzerine ,Avrupa ülkeleri giderek açılan arayı kapatabilmek üzere de bir araya gelmek zorunda kalmışlar ve belirli bir zaman dilimi sonrasında da ABD ve SSCB ile çeşitli alanlarda rekabete kalkışarak yarışmışlardır . Avrupa ülkelerinin bu gibi ortak girişimlerine karşı ABD ve SSCB gibi dünya güçleri ortaya çıkan rekabet düzeni içerisinde Avrupa’daki kıtasal gelişmeleri dikkate alarak hareket etmişlerdir .

Yirminci yüzyılın sonlarında biçimlenmeye başlayan Avrupa Birliği , yarım yüzyıllık bir ortak geçmişin ürünü olarak dünya sahnesinde yerini korumaya devam etmiştir . Yüzyılın son on yılında Sovyetler Birliği gibi bir büyük kıtasal devlet oluşumu çözülürken ,bu büyük yapılanmanın yanı başında bir başka kıtasal oluşum olarak Avrupa Birliği dünya sahnesindeki yerini alıyordu . Önce altı merkezi Avrupa devletinin bir araya gelmesiyle başlayan kıtasal birliktelik, sonraki yıllarda diğer Avrupa devletlerinin birliğe katılmalarıyla yirmi sekiz devletin büyük birlikteliğine dönüşüyordu .Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte sona eren soğuk savaş dönemi sonrasında bütün dünya bir küreselleşme akımının etkisi altına girerken ,Avrupa Birliği ülkeleri böylesine bir oluşumdan yararlanarak yollarına devam etmeye çalıştılar . Ne var ki , küreselleşme döneminde öne çıkan tekelci büyük şirketler ile ulus devletler karşı karşıya kalınca ,Avrupa Birliği oluşumu böylesine bir karşıtlığın etkisi altına girmiştir . Küresel ekonomik politikalar bir evrensel ekonomi düzenini ulus devletlere dayatırken ,Avrupa Birliği de bir bölgesel oluşum olarak kendi üyesi durumundaki Avrupa’nın ulus devletlerine kendi aldığı kararlar doğrultusunda yeni bir yapılanmaya doğru zorluyordu . Bu nedenle , Avrupa Birliği gelişirken , Avrupa ülkeleri hem küresel hem de bölgesel oluşumların gündeme getirdiği değişikliklere birlikte yönelmek gibi özel bir durumu yaşamak zorunda kalıyorlardı . Bazan küreselleşme ve bölgeselleşme oluşumları çelişkili yapılanmaları gündeme getirerek Avrupa ülkelerini sıkıştırırken , bazan da iki süreçten birisi öne geçerek kendi yapılaşma sürecinin getirdiklerini devletler üzerinde baskı ile gerçekleştirmeye çalışıyordu. Hem küreselleşme hem de bölgeselleşme süreçleriyle başbaşa kalan Avrupa ülkeleri dışa açılma aşamasında kendilerini güvence altına alabilmek için önceliği bölgeselleşmeye vererek Avrupa Birliği oluşumunun hızla tamamlanmasına yardımcı olmaya çalışıyorlardı . Küreselleşmenin getirmiş olduğu büyük tekelci şirketlerin ekonomik dayatmalarına karşı Avrupa devletleri kıtasal birliğin çatısı altında kendilerine güvence arıyorlardı .

Soğuk savaşın bitişi üzerine içine girilmiş olan dışa açılma süreçlerinde dünyanın geleceği umut verici görünüyor ve bu doğrultuda Avrupa ülkeleri arasındaki yakınlaşmalar daha hızlı sonuçlar getiriyordu . Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra ortaya çıkan küreselleşme aşamasında büyük Amerikan şirketleri kendi devletlerinin gücünden yararlanarak , ekonomi üzerinden bir evrensel hegemonya düzeni oluşturmaya çalışırlarken ,uluslararası kuruluşlar bir küresel yapılanmayı gerçekleştirmek için her yolu deniyorlardı . Ne var ki , ABD’nin bu süreçteki kendine özgün konumu her zaman için Avrupa ülkelerini ikinci planda bırakıyor ve bu nedenle de batı bloku arasında soğuk savaş yıllarında oluşturulmuş olan yakın dayanışma zamanla ortadan kalkıyordu . ABD’nin ayrıcalıklı konumu Avrupa açısından giderek büyüyen bir sorun olmaya başladığında , yüzyıllarca sömürge imparatorlukları yönetmiş olan İngiltere,Fransa,İspanya gibi büyük devletler ile Almanya gibi Avrupa’nın patronu konumuna gelmiş olan büyük devletlerin çıkarları zarar görüyordu . Devlet merkezli bir siyasal yapılanmadan şirket merkezli bir ekonomik yapılanmaya yönelen dünya ülkeleri böylesine bir değişim aşamasında sarsıntılar geçirirken , Avrupa Birliği ile eskisi gibi dünya liderliğini yakalayamayacağını gören , eski sömürge imparatorluklarının patronu konumundaki İngiltere ve Fransa gelinen aşamada bu durumlardan rahatsız oluyordu . Avrupa Birliği süreci , eski ulus devletlerin alt düzeyde bölge devletlerine doğru yönelmesini insan hakları doğrultusunda kabül etme noktasına gelmesiyle İngiltere,Fransa,İspanya ve İtalya bölünme riski ile karşı karşıya kalınca ,Avrupa Birliği sürecinde İskoçya’nın bağımsızlığı ile parçalanmak istemeyen İngiltere , iki kez ayrılma referandumlarını önledikten sonra , Avrupa Birliğinden ayrılmaya karar veriyordu .

Büyük Britanya İmparatorluğu adı altında bir dünya devleti yapılanmasını beş yüz yıllık bir sömürge imparatorluğu sonrasında kurmuş olan İngiltere bu yüzden bir kıtasal birlik olan Avrupa Birliği gibi bir bölgeselleşmeden uzun süre uzak durmuştur .Ne var ki , dünyanın diğer bölgelerine göre batı ittifakını dünya merkezi konumuna getirmek isteyen batıcılık akımlarının galip gelmesi üzerine İngiltere , ABD öncesi dünya yapılanmasının hem kurucusu hem de merkezi olarak sahip olduğu birikimi sonuna kadar korumak istemiştir .İngiltere küresel bir düzen kurucusu olarak kendisini Avrupa Birliği gibi bir bölgesel oluşumun içine hapsetmek istememiş bu yüzden Avrupa Birliğinin kurucusu olmamıştır . Ne var ki , batı bloku içindeki gelişmelerin İngiltere’yi Avrupa’ya yakınlaştırması üzerine , İngilizler Avrupa Birliğine üye olmak istemişlerdir . Avrupa için büyük kazanç olan İngiltere gibi bir dünya devleti ,çeyrekasırı geride bırakan bir üyelik statüsünden kendi çıkarları doğrultusunda yararlanamamış ve bu yüzden Avrupa kıtasından uzaklaşarak ,gene eskisi gibi denizler üzerinden kurmuş olduğu güneş batmayan imparatorluk adı ile anılan CommonWealth ismi ile bir çatı altında toplanan sömürgelerinin ortak refah düzenine dönmeye karar vermiştir .

Brexit adı verilen karar ve uygulama, Avrupa Birliği oluşumu içerisinde ilk kez meydana gelen bir ayrılma olayının adı olarak tarihe geçmiştir .Brexit bir karma sözcük olarak( Britan-exit) kavramlarının bir arada kullanılmasından doğmuştur .Kendi kurduğu siyasal yapılanma düzeni içerisinde ortaya çıkardığı güneş batmayan küresel dünya imparatorluğunu, gerçek bir dünya devletine dönüştürmek üzere eskisinden farklı bir yola çıkan İngiltere , Birleşik Krallık statüsü içinde kendi kurmuş olduğu eski sömürgelerini , Amerika Birleşik Devletlerinin kuramadığı bir dünya devletine doğru yönlendirmeye karar vermiş ve bundan sonra da Avrupa Birliğinden ayrılma kararı vererek bunu uygulama alanına getirmiştir . İngiliz dışişleri bakanı Avrupa Birliği ülkelerinin kendi aralarında geliştirdikleri ticari ilişkilerin ekonomik sıkıntıları önleyemediği ve bu yüzden de Kanada , ,Avustralya ve Hindistan gibi çok büyük ve kalabalık ülkeler ile batı ülkelerinin daha fazla ticaret yapmaları gerektiğini zaman zaman dile getirmiştir . Ortak bir para sistemine geçtikten sonra ciddi ekonomik sıkıntılar içerisine girmiş olan Avrupa Birliği içinde zor durumlarda kalan İngiltere, kendi para sistemi aracılığı ile eski sömürgeleri ile olan ekonomik bağlarını sürdürmüş ve zamanı gelince de Avrupa birliğinden ayrılarak , elliden fazla eski sömürgenin yer aldığı ortak refah düzenine ,yeni bir küresel yapılanma doğrultusunda geri dönüş yapmıştır . Küreselleşmenin başlamasından bu yana çeyrek yüzyıllık bir zaman diliminin geçmesi , ayrıca Avrupa Birliği yolunda yarım yüzyıllık bir dönemin geride bırakılmasıyla birlikte , nelerin olamayacağı ve bu nedenle de nelerin olabileceği yavaş yavaş ortaya çıkmış ve bu doğrultuda devletler kendi gelecekleri doğrultusunda yeni kararlar alarak bunları uygulama alanına getirmişlerdir . İngiltere her zaman olduğu gibi bu konuda da başı çekerek hem Avrupa Birliğinden kopmayı, hem de Amerika Birleşik Devletlerinin bir türlü kuramadığı küresel devlet yapılanması doğrultusunda , ortak refah düzenini dikkate alınması gereken ciddi bir alternatif dünya devleti yapılanması olarak gündeme getirmiştir .

Avrupa Birliğinin giderek ekonomik açıdan Almanya’nın hegemonyası altına girmesi dünya savaşlarında Almanya’yı yenmiş olan İngiltere’yi çok rahatsız etmiş ve Birleşik Krallık savaş alanlarında yenmiş olduğu Almanya’nın ekonomik baskısı altına girmeyi hiçbir zaman kabül etmeyerek kendi para sistemini korumuştur .İngiliz dış işleri bakanının sürekli olarak gündeme getirdiği dünyanın diğer kıtaları ve ülkeleri ile de ticaret yapılması gereğine uyan İngiltere , hiçbir zaman Avrupa ekonomisine güvenmemiş ve sürekli olarak bir deniz devleti konumundan yararlanmış ve bu doğrultuda okyanusları aşarak Kanada,Avustralya ve Hindistan gibi dev ülkeler ile ticaretini öncelikli olarak geliştirerek geçmişten gelen dünya devleti konumunu korumuştur . Böylece dünyanın en küçük kıtası olan Avrupa’nın sınırları içine hapsolmayarak eskisi gibi bir küresel oyuncu konumunda bağımsız politikalarını geliştirerek, uygulama alanında bu doğrultuda sonuçlar almaya çaba göstermiştir . Küreselleşme döneminde ABD’nin küresel şirketler kavgasına sahne olması ve bu durumun giderek içinden çıkılmaz bir hal alması üzerine , İngiltere ABD’nin gücünü kullanarak merkezi coğrafyada bir büyük dünya devleti oluşturmaya çalışan İsrail gibi yeni yetme bir devlete de, kendi oluşturduğu Orta Doğu bölgesini teslim etmeyerek gerekli olan politikaları son zamanlarda uygulamaya başlamıştır .

Brexit , Avrupa Birliği gibi bir kıtasal oluşumun son noktası olarak öne çıkınca , bundan sonraki aşamada İngiltere’siz bir Avrupa’nın gelişemeyeceği , ya durgun bir yapılanma ile yetinerek yoluna devam edebileceği ya da Brexit sonrasında birlikten memnun olmayan Fransa,İtalya,İspanya ve de Yunanistan gibi devletlerin de birlikten ayrılma yoluna giderek daha farklı yapılanmalar peşinde koşacakları uluslararası alanda tartışma konusu olmuştur . Ortak para sistemi yüzünden kendi para sisteminden vazgeçen Akdeniz ülkelerinin tamamı ekonomik açıdan iflas edince İngiltere’nin açmış olduğu kapıdan Akdeniz ülkelerinin de geçerek üyelikten çıkacakları ileri sürülmektedir .Küreselleşme sürecinde gündeme gelmiş olan Avrupa Birliği oluşumu uluslararası dengelerin değişmesi üzerine giderek zorlanmaya başlamış ve ABD üzerinden küresel emperyalizmin yayılması ile dünya ekonomisinin kontrolü tekelci şirketlerin eline geçince, ulus devletler zorlanmaya başlamış ve Avrupa Birliğinin küresel ekonomi alanında ABD ile Çin , Rusya ve de diğer büyük devletlerin gerisinde kalmaya başlaması ile Avrupa için tehlike çanları çalmaya başlamış ve böylesine bir hızlı dönüşüm aşamasında Avrupa’nın büyük devletleri Avrupa Birliğini sorgulamaya başlamışlardır . Bu durumdan en çok rahatsız olan ülke İngiltere olmuş ,kendi para sistemi üzerinden CommonWealth ekonomisini canlı tutmaya çalışan Britanya İmparatorluğu yeni dönemde iki ayrı sistemin kurallarını bağdaştıramayacağını anlayınca , Birleşik Krallık kendi oluşturduğu güneş batmayan imparatorluğa öncelik vererek , Avrupa Birliği oluşumundan çekilme kararı almıştır . Daha önceki dönemde Akdeniz ülkeleri iflas etmelerine rağmen Avrupa Birliğinden çekilecek gücü ve cesareti gösterememişler ve bu yüzden birlik eski hali ile bu yıla kadar devam etmiştir . Geçmişten gelen dünya imparatorluğunun kurucusu olarak İngiltere Brexit kararını resmen açıklayınca, her şey alt üst olmuş ve bu yaşlı kıtanın birleşme amaçlı çabaları Büyük Britanya İmparatorluğunun oyun bozuculuğu ile sonuçsuz kalmıştır .

İngiltere gibi büyük bir ekonomik yapılanmanın Avrupa Birliğini terk etmeye yönelmesiyle hem Avrupa kıtası hem de batı bloku alt üst olmuş ve geleceğe dönük gelişme programlarında her devlet kendi çıkarları açısından değerlendirme yapma noktasına gelmişlerdir . İngiltere yeniden CommonWealth dünyasına dönerek bu doğrultuda bir yeni küresel oluşumun önünü çekerken , Avrupa’nın diğer sömürgeci ülkeleri de yeniden eski sömürgelerine dönmeyi gündeme getirmişlerdir . Özellikle ,Afrika’da yirmiden fazla sömürgesi olan Fransa devleti yeniden batı Afrika’daki Fransızca konuşan ülkeler topluluğuna geri dönerek İngiltere gibi Avrupa kıtasının dışında yeni arayışlar içerisine girmiştir . Benzer girişimleri İspanya,Portekiz,Hollanda ve Belçika gibi Avrupa ülkeleri de denemelerine rağmen , küresel ekonomi ile rekabet edecek güçlü bir mücadeleyi gündeme getirememişlerdir . Bu nedenle İngiltere gibi bir ayrılma senaryosunu bu gibi ülkeler gerçeklik aşamasına getirememişlerdir . Ne var ki , Avrupa Birliğinin öncüsü ve kurucusu konumundaki Fransa sahip olduğu eski büyük sömürge imparatorluğuna tıpkı İngiltere gibi geri dönüş arayışları içerisine girmiştir . Fransa ‘nın hem Afrika’da hem de okyanuslarda kendine bağlı oluşturduğu sömürge imparatorluğunun , Brexit kararı sonrasında canlandırılmasıyla Frexit gibi benzeri bir uygulamanın ortaya çıkabileceği şimdiden tartışılmaya başlanmıştır . Almanya ile merkezi ortaklık kurarak Avrupa Birliği’ne öncülük yapan Fransız devletinin birkaç yıl önce Almanya ile tam ortaklığa yönelerek Avrupa Birliğinin çekirdek yapılanması olarak Fransalmanya adlı bir yeni oluşumu dünya kamuoyuna açıklaması üzerine , geçmişten gelen dünya imparatorluğundan vazgeçmek istemeyen İngiltere ,Brexit hazırlıklarına başlamış ve kısa zaman içerisinde de iki eski büyük rakibinin ortaklığına dayanan bir kıtasal birliğin içinde Avrupa standartlarında parçalanarak yer almayı kendi çıkarları açısından uygun görmemiştir .İngiltere’yi Brexit gibi bir radikal çıkış kararına sürükleyen ana olay Avrupa Birliği oluşumunun bir Fransa-Almanya ortaklığına dönüştürülmek istenmesidir . ABD’nin şirketler aracılığı ile küreselleşme de öne çıkması da İngiltere’nin rekabetçi bağımsız politikalara geri dönüşünü gündeme getirince , Birleşik Krallığın dünyanın en küçük kıtasını terk etmesi daha da hız kazanarak gerçekleştirilmiştir .İngiltere’nin Avrupa Birliğinden boşanmasının hem iç hem de dış nedenleri bir araya gelince ayrılma daha çabuk gerçekleşmiştir . Brexit kararı bu yüzden hem Avrupa Birliği oluşumunun önünü kesmiş hem de ABD-İngiltere işbirliğine dayanan Atlantik ittifakının eskisinden daha farklı bir biçim almasına giden yolu açmıştır . Britanya İmparatorluğu ,eski sömürgesi olan ABD ile birlikte hareket ederek Atlantik İttifakı çerçevesinde bir işbirliğini Avrupa Birliği oluşumuna tercih etmiştir.

Lizbon sözleşmesinin ilgili hükümlerine göre gerçekleştirilecek ayrılma olayının en az iki yılı bulması ve bu arada hem İngiltere’de hem de Avrupa Birliği çatısı altında bir çok yeni toplantıların yapılarak kararların alınması gerekmektedir . İngiltere’nin katı tutumuyla gerçekleşme aşamasına gelen Brexit olayında birliğin diğer üyeleri ayak sürüyerek hareket etmekte ve ilerideki bir aşamada Britanya İmparatorluğunun kıtasal birlikten çıkışını engelleme doğrultusunda olumsuz bir tutum sergilemektedirler .İngiltere hem üyelikten ayrılma hem de bağımsız siyaset izleme çizgilerinde önemli bir örnek olarak öne çıkınca, diğer üye ülkeler de Birleşik Krallık gibi hareket edebilmenin arayışı içine girmişlerdir .Komşuluk,kardeşlik,dostluk,dayanışma ve işbirliği gibi insani değerlere dayanılarak kurulmuş olan Avrupa Birliği yarım yüzyıl sonra İngiltere’nin kötü örnek olması yüzünden çıkmaz bir sokağa sürüklenerek belirsiz bir gelecek ile karşı karşıya kalmıştır . Ne var ki ,farklı kültür ve karakterlere sahip olan ülkelerin tek bir çatı altında biraraya gelebilmeleri mümkün olamamış ve İngiltere’nin bağımsızlık bayrağını açmasıyla birlikte Avrupa’nın kıtasal yapılanması tehlike altına girmiştir .İki yıllık geçiş süreci içerisinde hangi tarafın nasıl davranacağı şimdiden pek belli değildir . Brexit kararı Avrupa da olduğu kadar, Birleşik Krallık içinde yer alan İskoçya ve Galler bölgesi tarafından da daha kabüledilmemiştir .Hatta Almanya’nın kışkırtmaları üzerine İskoçya kendi ülkesinde bir halk oylaması yaparak Avrupa Birliği içinde kalacağını resmen açıklamıştır .Londra kentinde yaşayan İngiliz vatandaşları da birlikten ayrılmanın aleyhine oy verdiği için , önümüzdeki dönemde Britanya hükümetinin Brexit’i gerçekleştirmesi son derece zor olacak gibi görünmektedir .

Brexit kararı ile ilgili referandum sonuçları Britanya vatandaşlarını ikiye bölerken , çok ciddi bir muhafazakar tepki öne çıkmış ve bu kesimler birlikten çıkma yerine birliğin kendi içinde düzeltilmesi için mücadele edilmesi gerekliliğini savunmuşlardır . Ayrılmaya karşı çıkan Anglo-sakson çevreleri Kanada benzeri bir özel anlaşma modeli üzerinde durulması gerektiğini savunmuşlardır . İçeride kalarak birliği reforme etmeyi savunanlar ile birlikte Kanada modeli ile birlikten kopmayı önleme girişimleri Brexit ile ilgili tartışmaları daha da genişleterek içinden çıkılmaz bir noktaya gelinmesine yol açmışlardır .Avrupa’nın sosyal devlet modelini Amerikancı liberallere karşı savunan İngiliz İşçi partisinin ana gövdesi de ayrılmaya karşı çıkarak , birlik içinde mücadelenin sürdürülmesi gerekliliğini savunmuşlardır . Avrupa Birliğinin kemer sıkma politikalarından rahatsız olan İngiliz liberalleri de ,Brexit kararına yakın bir çizgide hareket ederek sonucu etkilemeye çalışmışlardır .Zaman geçtikçe Avrupa Birliği oluşumunda çeşitli sorunlar çıkmaya başlamış ve birliğin geleceğe dönük yapılanmasında anlaşamayan devletler oluşumu başka yönlere doğru çekmeye çalışırken , İngiltere radikal bir karar ile kıtasal oluşumdan ayrılmayı açıkça gündeme getirebilmiştir . Uzun süre Avrupa Birliğinin gevşek bir konfederasyon mu yoksa sıkı bir federasyon mu olması konusunda anlaşamayan Avrupa’nın büyük devletleri kendi modellerinden vazgeçmeyerek kesin yapılanma konusunda bir türlü anlaşamayınca, böylesine geleceği belirsiz birlik projesi yüzünden yüzyılların Britanya İmparatorluğu kendi güvenliğini tehlikeye atmayarak , Brexit kararı ile kesin bir çıkış yapmak durumunda kalmıştır . Otuza yakın devletin bir araya gelerek bir kıtasal oluşumu bir an önce kesin bir yapılanmaya dönüştürememesi, birliğin dağılmasına giden yolun başlangıcı olmuştur .Geleceği belirsiz bir kıtasal birlik yüzünden , beş yüz yıllık dünya imparatorluğunu İngilizler feda etmek istemeyerek yeniden okyanuslara açılarak yeryüzünün beş kıtasında güneşin batmadığı bir eski imparatorluk üzerinden gelecek arayışını sürdürmek istemişlerdir . Milattan sonra yaşanan iki bin yıllık tarihsel süreç içerisinde hiçbir zaman Avrupa kıtası ile birlikte olmayan , her zaman için kara Avrupa’sına alternatif oluşturmaya çalışan Atlantik yapılanmasının öncüsü olarak İngiltere’nin yeniden Atlantikçi bir anlayış ile kara Avrupa’sından ayrılarak, eskisi gibi denizler üzerinden bir yeni dünya hegemonyası arayışına girmiş olduğu görülmektedir .

Brexit kararı sonrasında hem Avrupa Birliğinin hem de Britanya İmparatorluğunun çeşitli sorunlar ile karşı karşıya kaldıkları görülmektedir . Bugüne kadar sürüp gelen durumun değişmesi hem İngiltere hem de Avrupalı komşuları açısından kapsamlı bir tartışma ve yeniden yapılanma dönemlerini gündeme getirmektedir . Kırk yıllık üyeliği Avrupa Birliği üyeliği döneminde birliğin derinleşmesi konusunda İngiltere her zaman isteksiz görünmüş ve birlik içerisinde sıkı bir federasyon oluşturma fikrine karşı çıkarak daha çok gevşek konfederasyon tipi bir yapılanma üzerinde durmuştur . Almanya ve Fransa gibi ülkeler ile ticaret ortaklığından İngilizler her zaman yararlanmasını bilmişler ama kıtasal birliğin getirdiği sınırlamalardan da her zaman için şikayetçi olarak, kendileri için bir açık kapıyı hazır tutmak istemişlerdir .Kurucusu olmadığı birliğe üye olduktan sonra oluşumun biçimlenmesindeİngilizler her zaman için etkili olmaya çalışmışlar ama istediklerini Almanya ve Fransa gibi kara ülkelerine kabül ettiremeyince de ayrılmanın yolunu aramışlardır . Denizler üzerinden diğer kıtalarla yakınlık kurma politikalarına alışkın olan Birleşik Krallık , Avrupa kıtasında kendi çıkarları doğrultusunda etkili olamayınca geçmişten gelen İngiliz Milletler Topluluğu ile yola devam etmeyi kendi çıkarları açısından daha yararlı bulmuştur . Ayrıca Amerika Birleşik Devletlerinin Atlantik merkezli bir küresel dünya düzeni oluşturamaması yüzünden, İngiltere Atlantik insiyatifinin diğer kurucu ülkesi olarak bu boşluğun doldurulmasında daha özgür davranarak hareket edebilmesi açısından da Brexit kararının İngiltere için böylesine bir avantaj sağladığı da görülmektedir .ABD iç karışıklıklar ile boğuşmak yüzünden küreselleşme dönemi sonrasında yeni bir dünya düzeni kuramadığı için , Atlantikinsiyatifinin diğer ayağı olarak İngiltere bir kıtasal oluşumu kenarda bırakarak ,güneş batmayan imparatorluk üzerinden yeni dünya düzenine yönelmiştir .

Brexit kararının sonuçlarının şimdiden ne olacağı bilinmemekte ama Avrupa Birliğinin geleceği ile ilgili olarak karamsar yorumların öne çıktığı görülmektedir .Geleceğe dönük senaryolar ekonomik ve siyasal alanlarda tartışılırken , İngiltere gibi büyük bir devletin birliğin içinden çıkmasının yaratacağı açıklıklar birliğin devamı açısından önemli sorunlar yaratabileceği yetkili makamlar tarafından dile getirilmektedir .Ekonomik açıdan birliğin oluşturduğu ortak pazarın geleceği yeni bir belirsizlik ortamına sürüklenmiştir . İngiliz şirketleri Avrupa standartlarında kaldığı için , Amerikan şirketlerinin sahip olduğu küresel ölçülere hiçbir zaman sahip olamamış ve bu yüzden de ABD şirketlerinin bir Amerikan emperyalizmi örgütlemesine seyirci kalmıştır . İngiltere ayrılırken , İngiliz şirketlerinin Avrupa ülkelerinde yapmış oldukları yatırımlar ile Britanya ekonomisinin Avrupa’daki uzantılarının ne olacağı ,bunların zamanla tasfiye mi edileceği yoksa başka bir ara statüde bunların varlıklarını koruyup koruyamayacakları ciddi bir çıkmaza sürüklenecektir . İngiltere’nin ayrılmasından sonra birlik çatısı altında üyeliğini sürdüren devletler açısından Brexit uygulamaları önemli sorunlar yaratacaktır .Avrupa ekonomisine en fazla katkı sağlayan ülke olarak Birleşik Krallığın birlik dışına çıkmasıyla birlikte meydana gelen boşluğun nasıl doldurulacağı henüz belirlenmediği için tartışmalar sürüp gitmektedir . Ayrılma sonrasında İngilizlerin sadece kendi başlarının çaresine bakmaları değil ama kendi attıkları adım yüzünden Avrupa Birliği içinde ortaya çıkan boşluk ve sorunların çözüme kavuşturulabilmesi doğrultusunda birlik organlarına yardımcı olması gerekmektedir . Avrupa Birliğinin Atlantik’ten koparken kıtasal birliktelik düzenini koruması meselesi giderek büyümekte ve diğer üye devletleri de tehdit etmektedir .Özellikle Nato örgütlenmesinde ABD ve İngiltere gibi iki Atlantik gücünün etkin olması yüzünden, Almanya ve Fransa bir Avrupa güvenlik örgütüne gerek olduğunu her zaman için savunmuşlardır . Avrupa ordusunu içeriden engelleyen İngiltere , Nato üzerinden ABD ile ortak hareket ederek, bir Atlantik şemsiyesi altında batı ittifakını sürdürmek istemiştir.Bu durumda da ordusu olmayan Avrupa kıtası Atlantik güçleri önünde ikinci sınıf bir yapılanma olarak kalmıştır . ABD her zaman bir Avrupa ordusuna karşı çıkarak engellemiştir .

Batı Atlantik gücü olarak İngiltere’nin Avrupa Birliğinden çıkışı ile Avrupa kıtasının Atlantik ayağı ortadan kalkmıştır . Başlangıçta Almanya ve Rusya’nın önünü kesmek üzere geliştirilmiş bir Amerikan projesi olarak düşünülen Avrupa Birliği ,zamanla bir Almanya merkezli yapılanmaya doğru dönüşmüştür . İki büyük dünya savaşının kaybedeni olarak Almanya’nın Avrupa Birliğinin patronluğunu ele geçirmesi üzerine ABD Avrupa Birliğine karşı daha baskıcı ve olumsuz yaklaşımlar sergilemeye başlamış ve Atlantik ittifakının Avrupa kanadı olarak da İngiltere birlik daha fazla derinleşmeden kıtasal oluşumun dışına çıkmayı kendi varlığını korumak açısından zorunlu görmüştür. İngilizler dünyanın her yerine gitmeyi bildikleri gibi , geri çekilmeyi ya da başka yönlere doğru kaymayı son derece esnek bir biçimde tarih boyunca gerçekleştirmişlerdir . On beşinci yüzyılda başlayan keşifler döneminde İngilizler bir Atlantik ve batı Avrupa gücü olarak dünya kıtaları üzerinde hegemonya peşinde koşmuşlar , gittikleri yerlerin jeopolitik konumlarını dikkate alarak kendilerine bağlamışlar ve Londra merkezli bir imparatorluğu Birleşik Krallık statüsü çerçevesinde bugünlere kadar getirmişlerdir . İngilizler bu durumun bilinci ile hareket ederek Avrupa ile yollarını ayırırken Avrupa Birliği ve buna üye olan devletlerin geleceği tam bir belirsizliğe teslim edilmiş gibi görünmektedir .Brexit’e karşı olan kesimler birlik içindeki mekanizmaları çalıştırarak İngiltere’nin kıtadan kopuşunu önlemeye çalışırlarken ,İngiltere’de de imza toplayarak yeniden referandum yoluna gidilmesi doğrultusundaki sivil toplum çalışmaları giderek tırmandırılmaktadır . Her iki tarafta var olan Brexit karşıtlarının önümüzdeki dönemlerde bir araya gelerek önleyici mekanizmaları zorlamaları durumunda , Avrupa Birliği kendi içinden çıkan engellerle de uğraşmak zorunda kalacak ve bu nedenle istikrarlı bir gelecek programı belki de hiçbir zaman devreye giremeyecektir .

Avrupa Birliğiönüne engel çıkaran İngiltere ile uğraşırken ,İngiltere’deBrexit’e öncelik vererek Avrupa ile uğraşıyordu . Tam bu aşamaya gelindiği sırada uluslararası alanda ortaya çıkan yeni konjonktürde Avrupa Birliği aynı zamanda Türkiye ile de karşı karşıya kalıyordu . Avrupa kıtasının batısında yer alan İngiltere bir sorun çıkararak birlikten uzaklaşırken ,kıtanın doğusunda yer alan Türkiye ise giderek Avrupa Birliği ile karşı karşıya kalan ve bu nedenle de bir türlü üyeliğe giriş formalitelerini tamamlayamaz duruma düştüğü ve bir anlamda birlikten dışlanma aşamasına geldiği için, İngiltere için üretilen Brexit kavramı gibi bir başka kavram olarak Trexit , Türkiye Cumhuriyetinin Avrupa birliği ile yollarını ayırması biçiminde gündeme geliyordu . Brexit uygulamaları ile yeni bir döneme girmiş olan Avrupa Birliği yıllardır kapıda bekletilen Türkiye açısından da ele alınarak bir değerlendirme yapıldığı aşamada,Brexit benzeri bir gelişmenin Türkiye açısından da düşünülmeye başlanması ile birlikte Trexit ,bir türlü Türkiye’ye tam üyelik vermek istemeyen Avrupa Birliği için Türkiye tarafından düşünülmesi gereken bir yeni bir alternatif olarak gündeme geliyordu . Sürekli yeni üye katılımı ile büyümekte olan Avrupa Birliği, böylesine bir süreçte Türkiye Cumhuriyetine tam üyelik statüsünü tanımıyordu .Yarım yüzyıllık bir zaman dilimi sürekli olarak bekletilen ve uyutulan bir ülke olarak yaşayan Türkiye ana hedef olarak seçtiği Avrupa birliğinden uzaklaşmayı hiçbir zaman düşünmemişti . İngiltere’nin Brexit kararı ile başlayan yeni dönemde birlik politikalarından hoşnut olmayan bazı Avrupa Birliği ülkeleri de çıkış alternatifini dile getirmeye başlayınca , Türkiye’de kendisine sürekli olarak ikinci sınıf ülke muamelesi yapılan bu bölgesel birlikten çıkmayı düşünebileceğini ifade etmeye başlamıştır . Türkiye en çok ticaretini Avrupa Birliği ülkeleri ile yaparken , bu ülkeler ile eşit koşullarda bir statü arayışı içinde olmuş ama din farkı , ülke ve nüfus büyüklüğü ve jeopolitik konum nedenleriyle Türk devletine tam üyelik şansı yarım yüzyıl bekletilerek tanınmamıştır . Bulgaristan ,Romanya ve Yunanistan gibi Türkiye’den yüz yıl geri ülkelere tam üyelik hakkının tanınması ciddi bir adaletsiz durum yaratmış ve bu yüzden Türkiye için elli sene sonra bir Trexit uygulaması için elverişli ortam kendiliğinden ortaya çıkmıştır .

Uluslararası alandaki yeni gelişmeler giderek Türkiye ile Avrupa ülkelerini karşı karşıya getirdiği için aradaki yoğun ekonomik ilişkilere rağmen Türkiye kendisine Avrupa’nın dışında yeni yapılanmalar aramak durumunda kalmıştır .Bir Türk ve Müslüman ülkesi olması nedeniyle Avrupa’dan dışlanan Türkiye’nin zamanla Türk ve İslam dünyasına daha yakınlaşan bir konuma doğru yöneldiği görülmüştür . Avrupa ülkeleri bu durumdan rahatsız olarak , Türkiye ile ilişkilerde giderek sertleşen bir tutumla Türkiye’ye karşı olumsuz davranışlar sergilemeye devam etmişlerdir . Türk devleti ise yarım yüzyıl boyunca Avrupa Birliği sürecinde karşı karşıya kaldığı haksızlıkları problem yapmayarak ve sonuna kadar imzalanan antlaşmalar doğrultusunda hareket ederek tam üyelik statüsüne erişmeye çaba göstermiştir . Türkiye’yi Arap ve İslam dünyası arasında bir köprü gibi gören Avrupa Birliği köprü olarak kullandığı Türk devletini içine alarak, İran ve Irak gibi İslam ülkeleri ile komşu olmaktan sürekli olarak kaçınmıştır .Osmanlı mirası olan Türk ve İslam kültürel yapılanmasını problem olarak gören Avrupa ülkeleri her zaman için Vatikan’ın önderliğinde bir Hrıstıyan birliği olarak hareket etmeyi uygun buldukları için Türkiye’nin dışlanmasına giden Trexit yolunu kendileri açmışlardır .İngiltere’nin gündeme getirdiği Brexit kararının yarattığı ortam aslında Türkiye açısından olumlu değerlendirilebilecek bir şans yaratmasına rağmen ,başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın önde gelen devletlerinin Türk devleti ve hükümetini küçümseyen tutumları yüzünden böylesine bir fırsat değerlendirilememiştir .

Küresel emperyalizmin ortaya çıkardığı göçmen sorunu yüzünden Avrupa birliği ülkeleri çok zor durumlarda kalırken , sorunun çözümü konusunda Türkiye hiçbir batılı devletin üstlenmediği kadar yükü omuzuna alarak dünya barışına katkıda bulunmuştur . Beş milyona yakın bir göçmen kitlesini Avrupa Birliği dışlarken , merkezi ülke konumundaki Türkiye bu insanlık sorununun aşılmasında çok önemli destek ve katkılar sağlamıştır . Bir anlamda Avrupa Birliğinin açıklarını kapatan , ayıplarını örten tutumlarıyla Türkiye ödüllendirilmesi gerekirken , Avrupa Birliğinden atılması talepleri kamuoyunda öne çıkarılmaya başlanmıştır . Üç yüz milyonluk nüfusu ile üç milyon göçmeni misafir edemeyen Avrupa Birliği , ayıbının Türkiye tarafından kapatılması gerçeği karşısında Türkiye’ye sağlaması gereken ekonomik yardımları bile vermemiştir . Böylesine iyiniyetten yoksun ve çıkarcı bir tutumu Türkiye’ye karşı ısrarlı bir biçimde uygulayan Avrupa Birliği ülkelerine karşı ,Türk devleti her zaman için uluslararası hukuka uygun olarak hareket etmiştir . Ne var ki , aradan geçen yarım yüzyıllık bekletilme dönemi artık sabırları taşma noktasına getirdiği için , İngiltere’nin Brexit ile kendisine tanımış olduğu özgürlük ortamını Türkiye’nin de Trexit kararı ile kendisi için gündeme getirmesi doğal olarak gündeme gelmektedir . Vatikan’ın yönetimindeki bu Hrıstıyan Birliği Türklük ve İslamiyetidışlarken , aynı zamanda Avrasya bölgesine de sırtını dönmek gibi bir olumsuz tutumu ısrarlı bir biçimde izleyerek , Türkiye’nin bir Trexit uygulamasına yönelmesi açısından elverişli bir ortamın doğmasına yardımcı olmuşlardır . Avrupa ülkelerindeki seçimler de Türk asıllı beş milyon insan oylarını kullanırken her zaman için bir Türkofobia ya da İslamofobia gibi ırkçı yaklaşımlar ile karşı karşıya kalmışlardır .Avrupalı Türklere çifte vatandaşlık uygulamasını kaldıran Avrupa ülkeleri aynı zamanda Türklerin Avrupa’dan uzaklaşmalarını sağlayacak bir uygulamayı da öncelikli bir biçimde öne çıkarmaktadırlar .Türkleri yavaş yavaş Avrupa’dan kovmaya hazırlanan Avrupa ülkelerinin ,Türklerin Avrupa’dan vazgeçmelerinin önünü açarak fiilen Trexit’i uygulamaya doğru adımlar attığı görülmektedir . Türkleri Ruslar ve Araplar gibi Avrupa dışı topluluklar olarak gören Avrupalıların , Brexit ile birlikte önümüzdeki aylarda bir de Trexit uygulamaları ile karşılacakları görülmektedir . Bu nedenle , yarım yüzyıllık çabalara rağmen halen tam üyelik hakkı tanınmayan Türkiye Cumhuriyetinin ana hedef olarak seçmiş olduğu Avrupa Birliği projesi kendiliğinden sona ermekte ve Trexit uygulaması da böylesine olumsuz bir gelişmenin sonucu olmaktadır .

Brexit kararını Avrupa Birliğinin dağılmasının başlangıcı olarak gören çevreler kıtasal birliğin geleceği açısından karamsar yorumları benimsemektedirler . Otuza yakın üyesi olan Avrupa Birliğinin tam olarak kesinleşen bir üye yapısına sahip olmaması nedeniyle İngiltere kolaylıkla çıkış yolunu seçebilmiştir . Uzun süre boyunca genişleyemeyen birlik kendiliğinden bir durgunluk dönemine girmiş , Brexit uygulaması ile de dağılma aşamasına gelmiştir . Ortak para politikası nedeniyle Almanya’nın patron konumuna geldiği Avrupa Birliğinin eskisi gibi devam edemiyeceği güney ülkelerinin iflası üzerine kesinlik kazanmıştır .İngiltere sonrasında Fransa,İtalya,İspanya,Portekiz ve İrlanda gibi iflas eden ülkelerini birlikten ayrılacağı şimdiden tartışılmaya başlanmıştır . Avrupa kıtasının eskisi gibi bölünmemesi için yeni bir birlik oluşumuna gidilmesinin ve bu doğrultuda üye devletleri tasfiye etmeyen bir gevşek konfederasyon aracılığı ile birlikteliğin sürdürülmesinin yararlı olacağı öne sürülmektedir . Her ülke kendi çıkarları açısından durumu değerlendirirken , Akdeniz Birliği ,Baltık Birliği ,Orta Avrupa Birliği ,Kuzey Birliği ya da Balkan Birliği gibibölünmüş bölgesel Avrupa oluşumları da alternatif olarak devreye girmektedir . İngiltere yeni bir dünya devleti yapılanmasına yönelirken , başarısız olan Avrupa Birliğinin yerini de yeni birlikteliklerin almasını doğal karşılamak gerekmektedir . Para basma yetkisi elinden alınan üye devletlerin iflas etmesinden çıkarılacak dersler doğrultusunda ,ortak para sisteminden vazgeçileceği anlaşılmaktadır .

Avrupa Birliği İngiltere’nin ayrılmasıyla gündeme gelen Brexit kararı ile yeni bir döneme girerken ,Türkiye’de benzer bir durum ile karşı karşıya kaldığı için Trexit arayışı içerisine girmiştir . Türk devleti yarım yüzyılın haksızlıklarının üzerine çıkarak Avrupa Birliği ile yeni dönemde daha farklı ilişki türlerinin de gündeme gelebileceğini görmeye başlamıştır . Son yıllarda Türkiye’nin Avrupa’dan uzaklaşarak geri kalmış Orta Doğu bölgesi ile yakınlaşması , Atatürk’ün çağdaş cumhuriyetinin hızla Arabistana dönüşmesine giden yolu açmıştır . Bir uygarlık beşiği olan Avrupa kıtası ile Türkiye’nin Avrupa Birliği ya da tam üyelik dışında da daha farklı seçenekler üzerinden ilişkiler kurabileceği ifade edilmeye başlanmıştır . Avrupa Birliği öncesinde bazı Avrupa devletlerinin bir araya gelerek imzalamış oldukları serbest ticaret bölgesi antlaşmaları ile ekonomik ve ticari ilişkiler daha düzenli olarak yürütülmüştür .Türkiye Cumhuriyetinin çağdaş dünya ile olan sıkı bağlarının sürdürülebilmesi için Avrupa ile yeni tür birlikteliğin gündeme getirilmesi gerekmektedir .Türkiye için Avrupa kıtası vazgeçilemez bir uygarlık merkezidir . Avrupa için ise , Türkiye Türk ve İslam dünyası ile dünyanın doğusuna açılan bir köprü konumundadır . Her iki siyasal yapılanmanın bir çok yönden birbirine ihtiyacı bulunmaktadır . Avrupa Türkiye’yi dışlamadan hareket ederse , Türkiye’de Avrupa kıtasından kopmadan ekonomik ve siyasal ilişkilerini yürütebilmelidir . Türkiye’siz bir Avrupa’nın dünyanın doğusu ile ilişkileri eksik kalacak , Avrupa’nın dışında bırakılmış bir Türkiye ise ortaçağın geri kalmış ortamlarında kendisine yeni çıkış noktaları aramak durumunda kalacaktır . Avrupa-Türkiye arasındaki var olan statükonun sorunları çözmediği ve yeni sorunlar yarattığı için karşılıklı olarak yeni ilişkiler düzeni oluşturulması gerekmektedir . Bu arada uluslararası konjonktürde giderek sertleşen ilişkilerin etkisi altında kalan Avrupa Parlamentosunun Türkiye’yi on beş yıl önceki duruma geri götürerek denetleme mekanizması içerisine alması ,Türkiye Cumhuriyetini Avrupa demokrasi dünyasında ikinci kümeye düşmesine yol açmıştır . Merkezi coğrafyada Atlantik güçleri ile birlikte Siyonistlerin egemen olma mücadelesinde Türkiye savaş alanına dönüştürülünce ,demokratik rejimde bazı kısıtlamalar ya da hukuk devleti ile insan hakları alanlarında yeni sınırlamalar gündeme gelince , Avrupa konseyi denetleme mekanizmalarından yarar bekleme aşamasına gelmiştir . Avrupa Birliği emperyal tavırları bir yana bırakarak uygar yüzü ile Türkiye’ye yaklaşabilirse , o zaman Trexit’e gerek kalmayacak ve çağdaş uygarlığın bir üyesi olarak Türk devleti Avrupa ile normal ilişkilerini sürdürebilecektir.

23 Ekim 2018 Salı

ANKARA KALESİ-217 "KIRILMA NOKTASINDAN KURUCU ÇIKIŞ NOKTASINA" Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN (Ankara, 04.07.2015 // 4 Temmuz 2015) - Merkez sağ ve sol partilerin emperyalizmin güdümüne girerek ülkenin yarı sömürge durumuna gelmesine neden oldukları bir ülkede , iki binli yılların bir projesi olarak İslamcı tabandan devşirilen ılımlı bir liberal İslamcı partinin iktidara gelmesini batılı güçler kendi çıkarları çizgisinde desteklemişlerdir .

ANKARA KALESİ -217
"KIRILMA NOKTASINDAN KURUCU ÇIKIŞ NOKTASINA"
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 04.07.2015


Türkiye’de genel seçimlerin yapılmasından bu yana bir aya yakın bir zaman dilimi geçmesine rağmen henüz hükümet kurulması sürecinde olumlu bir gelişmenin ortaya çıkmadığı görülmektedir . Seçimlere giderken , sanki eski zamanlardaki gibi normal bir genel seçim süreci yaşanacakmış gibi bir havanın kamuoyunda estirilmesi ,halk tabanında aldatıcı bir etki yaratmış ve böylesine bir ortamda seçmenler sandık başına giderek oylarını kullanmışlardır . Ne var ki , seçim sonuçları resmen açıklandığı zaman işlerin o kadar da kolay olmadığı ve genel seçimler ile beraber Türkiye’nin çok ciddi bir siyasal kriz ortamına doğru sürüklendiği anlaşılmıştır . İlk günlerde fazla hissedilmeyen bu durum zaman geçtikçe iyice kesinlik kazanmış ve her geçen gün genel seçimlerin sonuçları doğrultusunda yeni hükümet oluşturma girişimleri sonuçsuz kalmıştır . Yüzden fazla siyasal partinin bulunduğu Türkiye’de yirmi parti seçimlere girmiş ve sonunda dört parti grubu siyasal barajı aşarak , parlamentoda siyasal güç olarak var olma hakkını kazanmıştır . Genel seçimlerden önce de meclis içinde gruba sahip olan dört siyasal parti kendi gruplarını yenileyerek yeniden Türk halkını parlamento içinde temsil etme hakkını kazanmışlardır .

İki binli yılların başından bu yana Türkiye’de üç genel seçim kazanarak ülkeyi yönetme hakkını elde etmiş olan iktidar partisi , aradan geçen üç dönemde işbaşında bulunmaktan ileri gelen ciddi bir yorgunluk ve yıpranma olgusu ile seçimlere girerken oylarının azalacağını , kamu oyu yoklamaları ortaya koyuyordu .Ne var ki , tek başına iktidara gelmek gibi bir şansı dördüncü kez ele geçiremeyen iktidar partisinin seçmen kitlesinin yüzde altmışlık bir tepki göstermesiyle karşı karşıya kaldığı görülmüştür . Merkez sağ ve sol partilerin emperyalizmin güdümüne girerek ülkenin yarı sömürge durumuna gelmesine neden oldukları bir ülkede , iki binli yılların bir projesi olarak İslamcı tabandan devşirilen ılımlı bir liberal İslamcı partinin iktidara gelmesini batılı güçler kendi çıkarları çizgisinde desteklemişlerdir . Yirminci yüzyıl geride bırakılırken , yepyeni bir siyasal parti ile Türkiye’ye yeni bir yön verilmeye çalışılmış ve bu yüzden de kurucu iradenin ortaya koymuş olduğu devlet modelini değişime zorlayan bir çekişmeli dönem yaşanmıştır .Çağ değişimi aşamasında eski partiler zaman içerisinde eriyip giderken ,yeni bir parti aracılığı ile batılı güçler Türkiye’de istikrarlı bir gidişi yakalamaya çalışmışlardır .Böylesine bir konjonktürün desteği ile yeni ortaya çıkan ılımlı İslam partisi üç kez genel seçimleri kazanarak iktidara gelmiş ama dördüncü seçim aşamasında yeniden iktidar olma şansını elde edememiştir . Seçmen son yıllardaki durumuna dikkat ederek , üç dönemlik iktidar partisinin yeniden iktidar olmasını önlemiştir . Üçüncü dönemde devleti parti devleti haline getiren ,basın ve medya organlarını mutlak kontrol altına alarak ülkenin birikimini temsil eden uzman kişileri kamuoyundan silerek ağır bir baskı rejimine yönelen iktidar partisini halk kitleleri bir anlamda cezalandırarak , Türk demokrasisini kurtarmaya çalışmıştır . Anayasaya ve kurucu iktidarın ortaya koymuş olduğu devlet modeline ters düşen bir rejim olarak başkanlık sistemi peşinde koşan bir eski başbakanın siyasal iktidarı için bu gibi siyasal hedeflere devletin alet edilmesine seçmenlerin çoğunluğu karşı çıkarak , muhalefet partilerine doğru bir oy akışı sağlamıştır .Mecliste bulunan üç muhalefet partisi bu durumdan yararlanarak milletvekili sayısını artırma şansını elde etmişlerdir .

Seçim sonuçlarını önceleri önemsemeyen halk kitleleri, iktidar partisinin tek başına hükümeti kuramayacak bir duruma doğru gerilemesinden dolayı ciddi bir rahatlama ortamı elde etmiştir . Özellikle seçmenlere radyo ve televizyon kapattırma noktasına gelen saldırı ve bağırma biçimindeki konuşmalardan , her gün her yerde sürekli olarak aynı şeylerin tekrarlanmasından halk kitleleri fazlasıyla rahatsız olmuş ve bunun sonucunda da oylar muhalefet partilerine kaydırılarak , üç dönemlik iktidar partisinin üst düzey yöneticilerinin ülkeyi bir korku ortamına sürüklemelerine karşı tepki gösterilmiştir .Üç dönemlik iktidar süreci siyasal alanda bir kemikleşme yaratırken , devletin partizanlaşmasına ve iktidar partisi üzerinden de bir cemaatın yönetimde fazlasıyla etkin bir konuma gelerek siyasal parti gerçekliğini alt üst etmesine seyirci bırakılan Türk halkı sonunda sağ duyusunu ortaya koyarak , uzun süreli bir iktidar döneminin devlet yönetimini çiftlik yönetimine doğru dönüştürmesine izin verilmemiştir . Oylar genel olarak ele alındığında , seçmenin ana muhalefet partisi ile birlikte milliyetçi çizgide siyaset yapan iki yavru partiyi de güçlendirerek , iktidara karşı bir demokratik alternatifin mecliste oluşumuna çaba gösterdiği öne çıkmıştır . Ne var ki , böylesine iyiniyetli bir yaklaşım ülkede demokrasiyi geliştireceğine , iktidarı alaşağı etmiş ama yerine yeni bir iktidar alternatifi yaratacak siyasal çözüm üretememiştir . İşte böylesine bir olumsuz gelişme yüzünden ,Türk demokrasisi ülkenin kendi kendini yönetmesini sürdürecek bir iktidar seçeneğini öne çıkaramamıştır . Bu durumun doğal sonucu olarak da Türkiye içinden çıkılması çok zor görünen bir siyasal kriz dönemine girmiş bulunmaktadır .

Seçim sonuçları ilk açıklandığında çok fazla belli olmayan siyasal kriz ,zamanla hükümetin kurulamaması üzerine daha bir ciddiyet kazanmış ve seçimlerin ertesi gününden itibaren başta cumhurbaşkanı olmak üzere bir çok kesimden erken seçim önerileri gelmeye başlamıştır . Normal koşullarda , parlamentoya giren partiler arasında görüşmeler yolu ile oluşturulacak siyasal programlar üzerinden yeni hükümetler kurulabilirken , Türkiye’de böylesine bir oluşum seçim sonuçlarına dayanılarak gerçekleştirilememiştir . Üç çeyrek asırlık bir demokrasi geleneği olan Türkiye Cumhuriyetinde daha önceki dönemlerde bir çok koalisyon hükümetleri kurularak işbaşına gelmesine rağmen benzeri bir gelişme bu seçimlerin sonucunda elde edilememiştir . Üç dönemlik iktidar partisi kendi bildiği çizgide giderken , üç muhalefet partisi de kendi doğrultularında yol almışlar ama bir gün iktidara gelebileceklerini düşünerek böylesine bir vatan görevi için hazırlıklı olmadıkları ortaya çıkmıştır . Etnik kimlikle ya da milliyetçilik ile veya Atatürk’ün partisi olmakla muhalefet etmeye alışmış olan mecliste grubu bulunan partilerin iktidar için hiçbir hazırlığı olmadığı görülünce , siyasal alternatif arayışlarında başarısızlık ile karşılaşılmıştır . Koalisyon görüşmeleri sırasında , partilerin seçim meydanlarında birbirleri aleyhine dile getirdikleri karalamalar ya da leke çalmalar birden silinip gitmemiş , unutulmadığı için de partileri giderek birbirlerinden uzaklaştırmıştır .Ağzına gelene söylemekten çekinmeyen bir siyasal üslubun , uzlaşma arayışı ortamlarında kesin bir engel olarak ortaya çıktığı , birbirlerine karşı ağır sözler söyleyen parti yöneticilerinin hükümet kurmak için bir araya geldiklerinde birbirlerinin yüzlerine bakamadıkları fark edilmiştir .Bu durumda , ana muhalefet partisinin yüce divana göndereceğini söylediği bir iktidar partisi ile koalisyona gidemeyeceği ortaya çıkmış , ABD ve batı ülkelerinin bir büyük koalisyon yaklaşımı çerçevesinde tıpkı Almanya’da olduğu gibi bir deneye yönelmelerine karşılık , iktidar ve muhalefet yıllarından kalma alışkanlıklara devam edildiği için bir aya yaklaşan zaman diliminde hükümet kurulamamıştır . Etnik kimlikli ve milliyetçi partilerin de alıştıkları söylemleri bir yana bırakamamaları nedeniyle , koalisyon görüşmelerinde ve hükümet kurma çalışmalarında kendilerinden beklenen esnekliği gösteremedikleri ve bu yüzden de başarısız kaldıkları anlaşılmıştır . Bir gün hükümet kurmak amacıyla bir araya gelebileceklerini düşünmeyen siyasal partiler yüzünden Türk devleti hükümetsizliğe doğru sürüklenmiştir .

Soğuk savaş yıllarında daha önceleri merkez sağ , orta sol , İslamcı ve milliyetçi olmak üzere dört partili bir siyasal yelpazeye sahip olan Türk demokrasisi , küreselleşme olgusunun gündeme getirilmesiyle birlikte gene dört partili bir yapılanma içerisinde yoluna devam etmeye zorlanmıştır . Ne var ki , bu kez partilerin yapıları değişmiştir . Merkez sağ ve demokratik soldaki partilerin batı emperyalizmine teslim olarak yok olmaları yüzünden ,sağ uçtaki milliyetçi parti ile Türk devletini kurmuş olan Atatürk’ün partisi seçmen kitlelerinin geleceğe dönük bir güvence arayışları yüzünden yollarına devam edebilmişlerdir . Küresel emperyalizm alt kimlikleri hortlatınca etnik bir bölge partisi mecliste grup kurmuş , ABD ve İsrail’in bölgesel planları yüzünden milli görüşçü İslam partisi içinden de genç kadrolar liberalleştirilerek ılımlı İslamcı bir parti Türk siyaset sahnesine okyanus ötesi destekler ile kazandırılmıştır .Soğuk savaştan küreselleşme dönemine geçilmesiyle birlikte siyasal partiler yapı değişikliğine sürüklenmiş , dinci , etnikçi ve küresel leşmeci eğilimler siyasal partilerde ağırlık kazanmaya başlamıştır . Bu yüzden bir çok batı ülkesinde hem bölücülük , hem etnikçilik hem de dinsel anlamda cemaatçılık ön plana geçmiştir . Bu tür yeni eğilimlerin Türk partilerinde de etkinlik kazanmaları yüzünden , siyaset sahnesine önemli değişik tutumlar yansıtılmış ve bu yüzden de bazen kırılma noktalarına kadar giden olumsuz gelişmeler birbiri ardı sıra gündeme gelmiştir . Partiler ya da örgütler , küreselleşme döneminde yeni moda olan alt kimlikçiliğe doğru yönlendirilirken bir çok ülkenin kendi özel koşullarının öne çıkmaları yüzünden kırılma noktaları yaşanmıştır . Her kırılma bir dönemeçte ortaya çıkmış ve beraberinde getirdiği yeni kırılma oluşumları ile birlikte de önemli değişikliklerin gerçekleştirilmesinin önünü açmıştır .

Genel olarak kırılma noktaları esnekliklerin kaybolduğu bir aşamada ortaya çıkar . Demirin ya da eşyanın kendine göre katı bir yapısının olduğu gibi toplumsal olayların ya da sosyal oluşumların da gene kendilerine göre bir esneme katsayısı bulunduğu doğrultusunda teoriler ortaya atılmıştır . İnsanlık tarihi geçmişten geleceğe doğru kendi esnekliğini yitirdiği an ,ya büyük bir dalga ile karşılaşarak onun etkisiyle kırılırak biçim değiştirebilir ya da daha başka ve büyük kopma süreçlerinde kırılgan bir yapılanma üzerinden beraberliklerin sonu gelebilir ya da insanlar tutum ve tavır değiştirerek , o ana kadar sürdürdükleri uygulamalardan vazgeçmek zorunda kalabilirler . Uzun süren zaman dilimlerindeki beraberliklerde bir kırılma noktası aşınma ya da çatışma olayları yüzünden meydana gelebilmektedir . Canlı organizmalar için geçerli olan kırılma noktası teorisi açısından bakıldığında devam edip giden yaşam çizgisi üzerinde bazen yuvarlık belirtiler aracılığı ile kırılma noktalarının farkına varılabilmektedir . Sosyal organizmalar ya da biyolojik oluşumlarda görülen kırılma noktalarına , benzer bir biçimde siyasal yaşamda ya da hukuksal süreçlerde de rastlamak mümkündür . Devletlerin uzun süren yaşam süreçlerinde iç ve dış konjonktürel gelişmeler normal gelişmelerin önüne çıkarak önemli bir çizgide kırılma noktalarının ortaya çıkmalarına yol açabilirler . Bazan dış dünyada gündeme gelen değişmeler bazen da ülkelerin kendi yapılarından doğan değişiklikler , o ana kadar sürüp gelen gelişmelerin önünü kesebildiği gibi , zorlamalar ile yaratılan baskılar sayesinde kırılma olgularını yaşamak zorunda kalabilirler . Eski dönemlerin birliktelikleri sona ererken , yeni ortaya çıkan koşulların yarattığı çok farklı beraberlikler de kırılma dönemlerinin sonucunda gerçeklik kazanabilmektedirler . Birbirini izleyen olaylar iç ve dış konjonktürleri değiştirirken , bu gibi yenilikler toplumsal yaşamda ya da ülke yönetiminde önemli kırılma noktalarının doğmasına neden olmaktadır.Kırılma noktaları doğal yaşamda kendiliğinden meydana gelmediği gibi sosyal ya da siyasal yaşamlarda da kırılma noktaları belirli süreçlerin sonunda önemli gelişmelerin ya da büyük olayların tetiklemeleri aracılığı ile meydana çıkmaktadır .Devletler ile birlikte milletler de sonsuzluk arayışı içinde varlıklarını sürdürürken , beklenmedik gelişmeler ya da olgunlaşan koşullar , varlık ve yaşam çizgisinde önemli kırılmalara yol açabilmektedir .

Türkiye’deki siyaset yelpazesi incelendiği zaman halka bir şey vermeyen merkez sağ partilerin giderek kitlesel tabanlarını yitirerek siyaset sahnesinden çekilmek zorunda kaldıkları görülmektedir . Bir ulusal burjuvazi yaratmaya dönük liberal politikalar merkez sağ partileri zengin bir azınlığın hizmetine yönlendirince , merkez sağ partiler halk kitleleri açısından umut olma şansını yitirerek toplumun gerisinde kalmışlardır . Merkez sağ iktidarların yarattığı ulusal burjuvazi dışa açılma görünümünde uluslar arası sermayenin kontrolu altına girince de halk kitlelerinin ulusal çıkarları siyaset sahnesinde temsil edilemez hale gelmiştir . İşte bu aşamada yelpazenin sağındaki burjuva partileri bir kırılma noktasında siyasal tabanlarını kaybetmişlerdir . Demokratik rejimde dış ve iç zengin çevrelerin baskısı altına giren liberal partiler geçmişte kalarak tasfiye olmuşlardır . Bu gibi durumlarda halk kitleleri ya sola kaymışlar ya da daha sağa kayarak radikal partilerin yönlendirmesi altına girmişlerdir . Türkiye’de merkez sağdaki partilerin küçülmesiyle beraber milliyetçi çizgideki sağ kanat partisi daha da büyüyerek siyaset sahnesinde onların yerini almıştır . Sağ uçtaki milliyetçi partinin merkez sağın yerini alarak büyümesi toplumda alt kimlikçi tepkilere yol açınca , bu kez de güney doğu bölgesinden bir etnikçi hareket zamanla partileşerek ve siyasal barajı aşarak parlamentoda temsil hakkını elde etmiştir . Merkez sağdaki partilerin çökmesi üzerine ortada kalan dindar kesimler ise , sağ uçtaki milli görüş partisinden uzaklaşarak küresel konjonktürün ortaya çıkardığı ılımlı İslam partisinin tabanında buluşarak yeni siyasal iktidarın bu çizgide oluşmasına katkıda bulunmuşlardır . Sosyalist sistemin çöküşü üzerine merkezi coğrafyaya yansıyan küresel etkiler , Türkiye’nin siyasal parti sistemini hem dinci hem de etnikçi bir çizgiye çekerek ülkenin daha farklı bir proje doğrultusunda yönetilmesinin önünü açmıştır .

Küreselleşme sürecinin başlangıcından bu yana çeyrek yüzyılın geçmesiyle birlikte ortaya yeni koşullar çıkmış ve bu doğrultuda Türkiye kırılma noktalarına doğru sürüklenmiştir . Üç dönem ülkeyi uluslar arası konjonktür doğrultusunda yöneten ılımlı İslam partisi , ülkenin dış konjonktürün dayattığı tehditler doğrultusunda tehlikeli bir dağılma dönemecine doğru yöneldiğini görünce , tornistan yaparak ulus devleti ayakta tutacak milli politikalara yönelmeye öncelik vermek zorunda kalmıştır . Milli görüş gömleğini küresel baskılar yüzünden çıkaranlar ,ortaya çıkan sıcak çatışma sürecindeki tehlikeler nedeniyle yeniden bu gömleği giymek zorunda kalmışlardır . Bir bölge halkının etnik kimliği üzerinden siyaset sahnesine giren ve uluslar arası konjonktürün bölgede yaratmış olduğu terör olgusundan beslenen bir siyasal parti ,sıcak çatışmaların dünya savaşına zemin hazırlaması yüzünden terörden vazgeçerek ve daha demokratik bir görünüm ile sol yelpazedeki boşluğu doldurmaya talip olarak, küreselleşme olgusunun desteklediği bir liberal sol politikaya yönelerek , yeni bir kırılma noktasını gündeme getirmiştir . Ulusal kurtuluş savaşında Türk halkının yürüttüğü kurtuluş savaşını örgütleyerek Türkiye Cumhuriyetini kurmuş olan Atatürk’ün partisi ise ,zamanla sermaye kesimlerinin ve Atlantikçi batı sermayesinin baskısı altına girerek , antiemperyalist sol bir çizgiden uzaklaşarak , küresel emperyalizme uygun bir liberal sol çizgiye sermaye merkezlerinin denetiminde yönelerek , ülkede yepyeni bir kırılma noktası yaratmıştır . Soğuk savaş döneminde ülkücülük adı altında sol karşıtlığı çizgisinde bir milliyetçilik yapan sağ kanat milliyetçi parti ise , Türk devletinin kuruluş yıllarında örgütlenen ve Türk ulusuna yön gösteren Türkçülük çizgisinde yeni bir milliyetçi açılımı gündeme getirerek kendini yenilemiştir . Türk milliyetçiliğinin ulusal kurtuluş savaşı yıllarından gelen antiemperyalist çizgisinden soğuk savaş döneminde uzak kalan milliyetçi kesim , küresel emperyalizmin etnikçi kökenleri hortlatarak ulus devletleri tasfiye etme girişimlerine karşı yeniden emperyalizme karşı bir milliyetçi yaklaşıma dönüşü , ancak yeni bir kırılma noktasında yakalayabilmiştir .Türkiye’nin demokratik gelişim süreci içerisinde böylesine kırılma noktaları , iç ve dış konjonktürün yarattığı yeni koşullarda kendiliğinden gerçekleşmiştir .

Küreselleşme sürecinde çeyrek yüzyılın geride kalması , nelerin olabileceği ile nelerin olamayacağı gibi konuların netleşmesine ve zaman içerisinde açıklığa kavuşmasına yol açmıştır . Etnik bölücülük ve terör ile yeni bir devletin kurulamayacağı anlaşılınca , yeniden demokrasiye dönülerek sol ve sosyalist politikalar üzerinden sonuç alınmaya çalışılması önemli bir kırılma noktası olarak Türk demokrasisine yansımıştır . Üç dönemlik iktidar sonrasında ümmetçi politikalar ile ciddi laiklik tartışmaları yaratan bir ılımlı İslamcı iktidarın dördüncü dönemde yola devam edebilmek ve yıpranma sürecine karşı ayakta kalabilmek için devlete yakın durarak milli politikalara yönelmesi de siyasal açıdan çok önemli bir kırılma noktasıdır . Kuvayı Milliye geleneğinden gelen devlet kurucusu Atatürk’ün partisinin , halkın partisi olarak ulusalcı bir çizgide yola devam etmesi gerekirken ; Tesev,Tüsiad ya da Büyük Klüp gibi dış bağlantılı sermaye örgütlerine üye olan kişilerin ya da vakıfların yönetimine geçmesi de gene Türkiye’nin bağımsızlığı açısından çok hayati bir kırılma noktasıdır .Emperyalizme karşı savaşmak üzere kurulmuş bulunan Türk halkının ulusal kurtuluş savaşı örgütünün bugünün koşullarında emperyalizmin uzantısı olan dernek ve kuruluşların yönetimi altına girmesi de , Türk demokrasisi ve ulus devletin geleceği açısından önemli bir kırılma noktasıdır .Bu durum küresel emperyalizmin Türkiye üzerindeki etkisinin arttığını göstermektedir , Yıllar geçtikçe ve yeni dönemlere girdikçe ortaya çıkan bu gibi kırılma noktaları , Türk siyasal sistemi üzerinde olumsuz etkiler yaratarak siyasal istikrarın bozulmasına yol açmıştır . Meclisteki dört büyük partinin dışında kalan diğer partiler de yaşanan sürecin etkisiyle önemli değişimler geçirmişler ama Türk ulusunun beklentileri ile devlet ve toplum düzeninin gereksinmeleri doğrultusunda yeni politikalar ortaya koyamadıkları için siyaset sahnesinde başarılı olamamışlardır .

Kırılma noktasında ciddi değişimler ile karşı karşıya kalan Türk demokrasisinin büyük partileri gelmiş oldukları yeni aşamada yeni duruma tam olarak ayak uyduramadıkları için birbirlerine uzak durmaya devam etmişlerdir . İslamcı partinin ümmetçi yaklaşımdan milletçi yaklaşıma yönelmesi ,milliyetçi partinin sol karşıtlığından Türkçü çizgiye geri dönmesi , halkın partisinin sermayenin etkisinde zengin sınıfların partisi olmaya doğru yönlendirilmesi , laiklik adına sahillerdeki lövanten yapılanmanın temsilcisi konuma düşülmesiyle birlikte halkçı politikalardan vazgeçilmesi , Türk demokrasisinde siyasal ortamın alt üst olmasına neden olmuştur . İktidar partisinin yıllanmışlığı ve yıpranmayı savaş senaryoları ile aşmaya yönelmesi ,laik bir devleti cihat senaryolarına doğru sürüklemiş , devletin temelinde var olan yurtta ve dünyada barış ilkesinden uzaklaşılması gibi ters bir durumun ortaya çıkmasına yol açmıştır . Merkezi alanda güvenliğin temsilcisi olmaya çalışan bir ulus devletin , bölgedeki komşuların iç dünyasında ortaya çıkan sıcak çatışmalar ile yakından ilgilenmesi , güvenlikçi politikalardan savaşçı emperyal politikalara doğru ülkeyi sürüklemiş ve bu durumda iktidar partisi yeni bir kırılma noktası yaratmıştır . Osmanlı sonrasında meydana gelen otorite boşluğunu doldurma girişimlerinin Türkiye’yi komşuları ile savaşa sürüklemesi gibi bir durumun normal koşullarda barışçı Türk halkı tarafından kabül edilmesinin mümkün olmadığı son yıllardaki gelişmeler sonrasında bir kez daha anlaşılmıştır . Batının önde gelen devletlerinin emperyalist politikalarına Türkiye’nin alet olmasını beklemek gerçekçi bir tutum olamamıştır . Düveli Muazzama denilen büyük devletlerin emperyalizmine karşı mücadele ederek ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti , kuruluş çizgisinden gelen antiemperyalist tutumunu bugün de sürdürerek , Atatürk’ün komşu devletler ile bir araya gelerek gerçekleştirdiği bölgesel güvenlik ve işbirliği örgütlenmesine barış için öncelik verme zorundadır . Bu durum çok açık bir biçimde kesinleşmişken , hala bazı emperyalist senaryolar doğrultusunda Türkiye’nin savaşa yakın durması da , merkezi alanın güvenlik bekçisi Türkiye açısından yeni bir kırılma noktasını gündeme getirmiştir . Türkiye’de yaşayan herkesin iyi bilmesi gereken bu hususu , Türkiye’yi kullanmak isteyen emperyalistlerin de görmesi gerekmektedir .

Küresel,bölgesel ve ülkesel alanlarda yaşanmakta olan değişiklikler çizgisinde önemli kırılma noktalarına sürüklenen Türkiye’nin böylesine bir dar boğazdan kurtulabilmesi için , kırılma noktalarını geride bırakacak yeni açılımlara gereksinmesi bulunmaktadır . Bu yeni açılımlar çok yeni yaklaşımlar da olabilir ama iyi bilinen eski yaklaşımların da bu gibi durumlarda yararlı sonuçlar sağlayabileceği gerçeği de göz ardı edilmemelidir . Açılım adı altında ortaya saçılmaya , özerklik adına bölünmeye veya yerelleşme adına merkezden kopmaya gidebilen yaklaşımların ülkenin birliği ve ulusun bütünlüğü açısından ne gibi tehditler barındırdığının dikkate alınması gerekmektedir . Çözüm süreci diye ilan edilen kaos ya da karışıklık yaratma senaryolarına ,artık Türk halkının alet olmaması gerekmektedir . Seçimlerden sonra yeni oluşan parlamentoda bu gibi sorunlara öncelik veren yeni yaklaşımlar ile siyasal partilerin koalisyon hükümetleri kurmaya yönelmeleri gerekmektedir .Biri iktidar olmak üzere üç muhalefet partisinin meclise girdiği yeni aşamada , ülkenin içinden geçmekte olduğu siyasal dönemecin iyi kavranması ve bu aşamadaki kırılma noktalarının iyi hesap edilmeleri gerekmektedir . Seçim sonrasında ortaya çıkan siyasal tablonun görünen ve görünmeyen yüzlerinin gerçekci bir doğrultuda değerlendirilmesiyle yeni bir çıkış yolu yaratılabilecektir . Bütün yolların tükendiği bir aşamada yeni bir yolun bulunabilmesi ve bunun önünün açılabilmesi , ülkede var olan siyasal potansiyelin en üst düzeyde değerlendirilmesiyle mümkün olabilecektir .Her siyasal parti kendi siyasal aklını kullanarak bir çözüm üretmek istemekte ama geçmişten gelen birikimler ile yeni durumun sorunlarının aşılamadığı durumlarda yaratıcı yaklaşımlara gereksinme duyulduğunu herkesin artık görmesi gerekmektedir . Her parti içinde bulunulan kırılma noktaları ortamında siyasal empati yöntemleri ile diğer partilerin ne düşündüklerini iyi görmek ve bu yaklaşımları dikkate alarak ortak tutum ve çözüm üretmek durumundadır .

Cumhuriyet rejiminin doksan yılı geride bırakarak yüzüncü yılına yaklaştığı bir aşamada , Türk devletinin yüz yıllık bir siyasal birikimi kullanma hakkı doğmaktadır . Yüzüncü yılın tamamlanması ve kurucu önderin ortaya koyduğu siyasal model ile Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza kadar yaşaması kuruluş modelinin iyi kavranmasına bağlı bulunmaktadır . Yaklaşık olarak bir asırlık dönemi geride bırakan Türkiye Cumhuriyeti devletinin içinden çıkan siyasal partiler, bugün Türk parlamentosundaki yerlerini alırlarken , hem böylesine büyük bir birikime sahip çıkmak ve kuruluş noktasından gelen model ile kırılma noktalarını aşarak geride bırakacak çözümleri ortaya koymak zorundadırlar . Yeni koşulların yaratmış olduğu kırılma noktalarının ülkedeki birlik ve beraberliği ortadan kaldırmasına izin vermemek üzere , kuruluş modelinden gelen birliktelik ve beraber yaşama olguları üzerinde öncelikle durulabilmelidir . İmparatorluk düzeninin emperyalist saldırılar sonrasında çökertilmesinden sonra geride kalan eski Osmanlı ahalisinin çağdaş bir ulus devlet ve üniter bir siyasal düzen çatısı altında bir araya getirilmesinde etkili olan kurucu modelin ,bugünün koşullarında yeniden hatırlanmasında ulusal yarar vardır . Türk halkının serbest oyları ile parlamentoda temsil edilme şansını elde etmiş bulunan bütün siyasal partilerin bugünün koşulları ile geçmişten gelen siyasal birikimi birlikte değerlendirmesi gerekmektedir . Ancak böylesine çok yönlü bir yaklaşım ile , Türk devleti içine düşmüş bulunduğu siyasal çıkmazdan kurtulabilir .Birbirinden çok farklı çizgileri izleyen siyasal partiler çok yönlü yaklaşımlar aracılığı ile bir araya gelerek ortak bir hareket tarzı benimseyebilirler . Cumhuriyetin ellinci yılında İslamcı Milli görüş partisi ile Atatürk’ün devlet kuran Halk partisi arasında böylesine bir yaklaşımın geliştirilerek ve farklı dünyaların temsilcisi iki partinin bir araya gelerek bir milli koalisyon hükümeti kurduklarını bugünün siyasal partilerinin iyi incelemeleri gerekmektedir . Tarihi yanılgının aşılması olarak kamuoyuna yansıtılan İslamcı parti ile cumhuriyetçi halk partisinin ortaklığının bugünün meclisteki partileri için önemli bir örnek olduğunun hatırlanması ile yeni yaklaşımlar gündeme getirilebilecektir .

Türkiye Cumhuriyeti son seçimlerden sonra sahip olduğu parlamento yapısı içerisinde birbiriyle anlaşmaz görülen partilerin bir araya gelerek koalisyon hükümetleri kurabilmeleriyle demokrasi yolunda ilerleyebilecektir . Serbest seçimler yolu ile genel seçimlere yirmi partinin girmesi ve seçim sonrasında dört partinin parlamento çatısı altında yer almasıyla birlikte , meclis çoğunluğuna dayanan bir yeni hükümetin kurulabilmesi gerekmektedir . Demokrasinin yaşaması , farklı görüşteki bu partilerin bir araya gelerek ortak ilkeler ve programlar üzerinde anlaşmaya varmasıyla mümkün olabilecektir . Sağ ve sol ayırımının geride kaldığı yeni dönemde geçmişten gelen siyasal yapıların katı ya da sertliği ile değil ama bunların aşılmasıyla gündeme getirilebilecek yaklaşımlar sayesinde koalisyon hükümetleri kurulabilecektir . Her hükümetin avantajları kadar dezavantajları ile de siyasal partiler karşı karşıya kalacaktır . Bu nedenle , koalisyon ortaklıklarının ne getireceği ile birlikte neleri de götüreceğinin iyi hesaplanması gerekmektedir . Böylesine değerlendirmeler yapılırken ülke ve ulusun gereksinmeleri doğrultusunda her türlü riski göze alarak cesur girişimler ile koalisyon hükümetlerine yönelinebilecektir .Küresel emperyalizmin Türkiye’yi bir iç savaşa doğru Alevi-Sünni,laik-dinci ,Türkçü-Kürtçü,Atatürkçü-İslamcı ya da sağcı-solcu gibi kutuplaşmalara sürükleyen politikalarının iyi değerlendirilmesiyle birlikte, bu gibi ayırımları aşarak ulusal çizgide görev yapabilecek koalisyon hükümetlerine Türkiye kavuşabilecektir . Ayrıca dış faktörlerin dayatmasıyla gündeme gelen Avrupacı-Amerikancı ,ya da Almancı-İsrailci gibi ayırımların da artık geride bırakılarak aşılması gerekmektedir . Türkiye’nin dostu olduğunu söyleyen büyük devletlerin , Türk demokrasisinin istikrara kavuşması doğrultusunda bu gibi ayırımlarda ısrarcı olmaktan kaçınmaları ve baskı yapmamaları ülke barışı açısından zorunludur .

Türkiye’nin bugün içine sürüklenmiş olduğu kırılma noktasında ayrılıklar ya da ayrıcalıkların değil ama , bizi tarih sahnesinde bir ve birlik olmaya yönlendiren faktörlerin öncelikle dikkate alınmasıyla , Türk halkının birlikteliği devam ettirilebilecektir . Türkiye’yi yaklaşık bir yüzyıl ayakta tutan , imparatorluk sonrası ortaya çıkan ahali çeşitliliği çıkmazını aşmaya yardımcı olan ulusal-üniter ve merkezi devlet modeli üzerinde yeniden tam bir ittifak sağlanarak yola çıkılmasıyla bir çok engelin aşılabildiği görülecektir . Genel seçimlerin meydana çıkarmış olduğu kırılma noktalarının siyasal partiler arasında uzaklaşma yaratması gibi bir çıkmazın aşılmasında , bütün dünya emparyalistlerine karşı bir araya gelerek büyük bir ulusal kurtuluş savaşı veren Türk halkının birlikteliği her zaman için örnek alınmalıdır . Otuzdan fazla etnik kimliğin , üç büyük din mensuplarının ve diğer inanç ve kültür sahibi grupların imparatorluğun dağılması sonrasında , bir araya getirilerek bir ulus devlet çatısı altında bugünlere kadar ortak bir yaşam düzeni içerisinde varlıklarını sürdürebilmeleri , bugün için de örnek alınabilmelidir . İmparatorluklar yıkılırken , Türkler kendi ulus devletlerini Atatürk’ün önderliğinde başarılı bir biçimde kurarak bir asır boyunca iç savaş ,kavga ve çatışma olmadan bugünlere kadar gelebilmişlerdir . Son dönemlerde yaşanan etnik terör olaylarının tamamen dış mihrakların emperyalist ve Siyonist devletlerin merkezi alandaki hegemonya planlarının uzantısı olarak gündeme gelmiş olduğu dikkate alınmalıdır . Türkiye’nin yeniden askeri yönetimlere muhtaç kalmaması , ara rejimler ya demokrasi dışı çözümlere gidilmemesi için ve konjonktürel süreçlerin zorlamasına karşı devlet ve toplumun iç istikrarının korunabilmesi ancak demokratik yollar ve yöntemler ile kurulacak koalisyon hükümetleri ile mümkün olabilecektir . Parlamento çatısı altındaki dört partinin aralarındaki görüş farklılıklarını bir yana bırakarak , ülke ve dünya gerçekleri doğrultusunda Türkiye Cumhuriyetini yeni hükümetine kavuşturmaları gerekmektedir . Karşı karşıya kalınan kırılma noktalarının geride bırakılması doğrultusunda , Türkiye Cumhuriyeti devletini tarih sahnesine çıkarmış olan kurucu çıkış noktasının öncelikle hatırlanması sayesinde, bir çok zorluğun aşılabileceğinin partileri yöneten siyasal kadrolar tarafından iyi bilinmesi gerekmektedir .

13 Ekim 2018 Cumartesi

ANKARA KALESİ-236 ATATÜRK-ULUS DEVLET VE KAPİTOKRASİ (AVAZ–TÜRK DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ) Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN Ankara, 24 Kasım 2017

ANKARA KALESİ-236
ATATÜRK-ULUS DEVLET VE KAPİTOKRASİ
(AVAZ–TÜRK DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ)

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 24 Kasım 2017

Soru- 1 - Son zamanlarda herkes Atatürk’e sarıldı . Bu aslında olması gereken ama sürpriz olan çok yüksek tonda bir sarılma olmasının yanında, geçmişte Atatürk’ü eleştirenlerin de aynı noktada bunu seslendirmesidir . Bu konuda neler düşünüyorsunuz ?

Cevap-1 – Yıllardır Türkiye Cumhuriyetini yönetenler kendilerini iktidara getiren batı merkezli uluslararası konjonktürün etkisiyle hareket ederken , Türk halkına gerçekleri söylemiyorlar , halktan yana imiş gibi görünürken , uluslararası güç merkezlerinin tercihlerine öncelik vererek Türkiye’yi yönetiyorlardı .Türkiye Cumhuriyeti dünyanın merkezi bölgesinin tam ortasında yer alırken , geçen yüzyılın başlarından bu yana batı merkezli emperyalist baskılar Türkiye’nin siyaset sahnesini çok yakından etkiliyordu . Avrupa-Amerika ve İsrail ‘den oluşan batı üçgeninde Türkiye batı dünyasına saplanıp kalıyor ve bir türlü dünyanın diğer bölgelerine ve de özellikle kendi bölgesine yönelik ulusal açılımlar yapamıyordu . Batının emperyalist yaklaşımı ve İsrail’in Siyonist baskıları Türkiye’nin kendine gelmesini ve kendi gerçek ulusal çıkarları doğrultusunda politikalar geliştirmesine izin vermiyordu .Bu nedenle batı desteği ile iktidara gelen bütün iktidarlar batı blokunun çıkarlarına öncelik veriyorlar ve böylece Türk halkının çıkarlarını ihmal ediyorlardı . Bu durumu halk kitlelerinin görmesini önlemek üzere de Atatürkçü görünmeyi tercih ediyorlardı .İkinci dünya savaşı sonrasında Türkiye batı emperyalizminin kontrolü altına girerken , batılı merkezler Türk halkının uyanarak kendi çıkarlarını savunmasını önlemek amacıyla,Atatürk dönemi sonrasında göstermelik bir Atatürkçülüğü kendi kontrolları altındaki basın organları ile kamuoyuna empoze ediyorlardı .

Soğuk savaş döneminin demokrasiye açılım döneminde , Atatürk’ün partisi küresel emperyalizmin Türkiye’deki yansımaları sonucunda ,gerçek çizgisi olan Kemalizm’den uzaklaşarak batı tipi bir sosyal demokrasiye kaydırılıyordu. Kuvayı Milliye günlerinde Kemalist bir model ile ortaya çıkan Atatürk’ün partisi, batının emperyal-siyonist baskıları sonucunda sosyal demokrasi ve demokratik sol aşamalarından geçerek küresel emperyalizmin bir dayatması olarak gündeme gelen neoliberalizme doğru yönlendiriliyordu .Avrupa için sosyal demokrasi , İsrail için demokratik sol politikalara yöneldikten sonra , Amerika için de neoliberalizme yönlendirilen Atatürk’ün partisi bir türlü tüzüğünde yer alan Atatürk ilkelerini savunamıyordu . Daha çok batı tipi liberalizmden yana olan parti yöneticileri batı ve batı işbirlikçisi sermaye çevrelerinin desteği ile yönetime geldikten sonra ,Türkiye Cumhuriyetinin Türk halkı adına kurucusu olan Atatürk’ün partisini değişen uluslararası konjonktüre göre bir yerlere doğru çekiştiriyorlar ama bir türlü altı okun birlikte uygulamaya geçirildiği bir Kemalist çizgi izleyemiyordu . Parti yöneticileri resmi törenler de Atatürk nutku çektikten sonra kendilerini parti yönetimine getiren siyasal merkezlerin çıkarları doğrultusunda hareket ederek Türk halkını oyalamayı tercih ediyorlardı .Parti liderleri atletizme önem verirken , Kemalizm’i ihmal ediyorlardı . Türk siyasetinin merkez sol kanadını temsil eden bu parti ciddi bir sermaye işgali altına sürüklenince, partinin adında var olan halk kavramının geldiği kitleleri görmezden gelerek hareket ediyorlar ve Türk siyasetini bu yüzden sol ayağı olmayan bir biçimde topallaştırıyorlardı .Böylesine bir çıkmaz içinde bocalayan Atatürk’ün partisi kurucusunu unuttuğu gibi kendisini de unutarak emperyal siyasetlere alet olmaktan kurtulamıyordu .

Türk siyasetinin merkez sağ kanadında yer alan iş ve sermaye çevreleri ise devlet desteği ile palazlandıktan sonra, batı ülkeleri üzerinden dünyaya açılarak ekonomik büyümeye öncelik veriyorlar ama bir türlü destek aldıkları Türk devleti ile vergilerinden beslendikleri Türk halkının gerçek ulusal çıkarları çizgisinde hareket edemiyorlardı . Batı emperyalizminin oyuncağı durumuna düşürülen Türk şirketleri ve sermayesi sonuna kadar liberal çizgilere teslim olduğu için ne devletin kurucusu Atatürk’e ,ne de devletin kuruluş ideolojisi olan Kemalizm’e yakın durmuyorlardı . Türkiye’deki sermaye kesimlerinin milli burjuvaziyi oluşturması gerekirken ,batı emperyalizminin çıkarlarına teslim olarak ,her on yılda bir Atatürkçülük adına gelen ara rejimlere ve darbelere çanak tuttukları görülüyordu .Bu doğrultuda merkez sağ kanadın batı işbirlikçisi bir çizgide hareket etmesi yüzünden cumhuriyet rejiminin yarattığı iş ve sermaye çevrelerinin hiçbir zaman ciddi bir anlamda Atatürkçü olmaması Türkiye için büyük bir kayıp olmuştur . Yirminci yüzyılın ortalarından sonra sürekli olarak batı destekli merkez sağ iktidarlar işbaşına geldiği için , bu kesimlerin ciddi anlamda Atatürk’e ve Atatürkçülüğe sahip çıkmaları gerekiyordu . Ne var ki , ekonomik kazançlar uğruna dışa açılma ve batı ile ortaklık yüzünden , Türkiye’de iş ve sermaye çevrelerinin liberal bir çizgiye kayarak ülkenin kuruluş ideolojisi olan Kemalizm ile ters düştükleri görülmüştür .

Merkez sol ile merkez sağın ikisinin birden batı taklitçiliğine yönelmesi yüzünden Atatürk sahipsiz kalınca , Türkiye’nin halk tabanını oluşturan Müslüman kitlenin içinden çıkan Milli Görüş hareketi Atatürk’e sahip çıkmak zorunda kalmıştır . Milli Görüşün öncüsü ve kurucusu olan siyasal önder “Atatürk yaşasa idi Milli görüş partisinden yana olurdu” demiştir .Çünkü batı emperyalizmi ile savaşarak Türkiye Cumhuriyetini kurmuş olan kurucu cumhurbaşkanı Atatürk’ün en büyük ilkesi bağımsız bir devlet yaratabilmek için antiemperyalizm olmuştur . İslamcı tabandan milli çizgide bir antiemperyalist hareket doğması , biraz da merkez sağ ve sol partilerin batı emperyalizmine karşı teslimiyetçi bir tutum içine girmeleri yüzünden ortaya çıkmıştır . Bugün ılımlı İslamcı bir hareket adına ülkede öne çıkan hareketin gelmiş olduğu yeni aşamada Atatürk’e sahip çıkması ve bu açıdan Atatürkçülüğü yeniden gündeme getirmesinin nedeni , bu hareketin Milli Görüş tabanından doğması yüzündendir .Milli Görüş’ün öncüsü ve kurucusu olan siyasal önder de, tıpkı Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu gibi hem tam bağımsızlığı savunmuş, hem de her yönü ile batının emperyal devletlerinin saldırılarına karşı ödünsüz bir antiemperyalist yol izlemiştir . Milli Görüş geleneği bir anlamda ulusal kurtuluş savaşı günlerinde örgütlenen Kuvayı Milliye hareketinin devamı olmuştur . Milli Görüş bir anlamda Atatürk’ün partisinin ve merkez sağ partilerin ihmal ettiği Kuvayı Milliye çizgisinin bugünkü temsilcisi olmuştur .Milli görüş uzantıları bu nedenle Atatürkçü çizgiye gelebilmişlerdir .

Soğuk savaş yıllarında Türkiye’nin Müslüman potansiyeli Milli Görüş çatısı altında toplanmış ama küreselleşme dönemine geçildiği zaman bu hareketin içinden çıkan yenilikçiler , ulus devlet sınırları dışına çıkan ve Türk milleti yerine İslam ümmetine öncelik veren bir ılımlı İslam hareketini uluslar arası konjonktüre uygun bir biçimde örgütleyerek Türk siyasetinde öne çıkmışlardır . Küresel rüzgarların etkisiyle Türkiye’de bir geçiş dönemi yaşanmış ve çeyrek yüzyıllık bir zorlamaya rağmen Türkiye Cumhuriyetinin Kuvayı Milliye döneminden gelen kuruluş modeli değiştirilememiştir . Küresel emperyalizmin Siyonizm ile işbirliğine girerek , eski Osmanlı toprakları üzerinde ABD benzeri bir kırk eyaletten oluşacak Orta Doğu Birleşik Devletleri projesi merkezi alandaki bütün devletleri parçalamaya kalkıştığı aşamada ,bölgedeki devletlerin çatısı altında yaşayan Orta Doğu halkları böl ve yönet oyununa şiddetle karşı çıkarak ve devletlerinin yanında yer alarak , bu oyunu bozmuşlardır . Küresel şirketler ile ulus devletler arasında terör ve tarikat örgütleri üzerinden yaşanan bu oyunu emperyalizme karşı sıkı direnen bölge halkları ve devletleri kazanma aşamasına gelince , ılımlıislam ile öne geçen siyasal hareket yeniden geldiği çizgiye dönerek ve yeniden Milli Görüş gömleği giyerek Kuvayı Milliye Atatürkçülüğüne dönmüştür . Uluslararası konjonktürde küreselleşme biterken bölgeselleşme başlamış ve bölge devletleri ile halkları tekelci küresel şirketler ile işbirlikçi tarikatların gündeme getirdiği bölünme ,parçalanma ve dağılma sürecine karşı çıkarak eskisi gibi emperyalizme karşı direnişe geçmişlerdir . Bu mücadeleyi Türk milli devleti de kazanırken , milli burjuvazi ve de merkez sol partiler de kaybetmiştir . Yeniden başlayan millileşme sürecinde Milli Görüş hareketi ve onun uzantıları Türkiye’de Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü desteklediklerini ortaya koymak zorunda kalınca , bu birikimin içinden çıkan ılımlı İslamcı akımda bu yeni duruma uyum sağlamak üzere yeni Atatürk’çü açılımı gündeme getirmiştir . Konuya siyaset bilimi açısından bakıldığında böyle bir tablo ortaya çıkmaktadır . Mesele sadece İslamcıların Atatürkçü olması olarak değerlendirilemez .Ama Milli Görüş birikiminin , yaşanmakta olan emperyalist ve Siyonist saldırılara karşı bugünün İslamcı kadrolarını antiemperyalist çizgiye getirmesi olarak açıklanabilir .

Konu aslında devlet sorunu ile yakından ilgilidir . Küreselleşme görünümünde bir süper emperyalizm ulus devletlere çeyrek asırdır zorla dayatılırken , dünyanın her bölgesinden bu duruma karşı çıkışlar gündeme gelmiş ve emperyalist devletlerin kurduğu terör örgütleri ile ulus devletlerin parçalanmasına giden yol açılmak istenmiştir . Çeyrek yüzyıl geride kalırken artık küreselleşme ile bir yere gidilemeyeceği görülmüştür . Bu durumu yaşayarak gören ulus devletler komşuları ile bir araya gelerek emperyal saldırılara karşı bölgesel birlikler kurarken , Türkiye’de bu gelişmeyi değerlendirmeli ve kurucu önder Atatürk’ün izinden giderek Sadabat Paktı benzeri bir bölgesel birliği güvenlik ve işbirliği yapısallaşması olarak gündeme getirmelidir . Bunun için de Atatürk’ün yolundan giderek komşularla bir araya gelinmelidir . Emperyalizm ve Siyonizm bu coğrafya devletlerini çarpıştırarak bölgesel hegemonya oluşturmayı hedeflerken bölge devletleri de bir araya gelebilmenin yollarını arayacaktır .EskiSadabat Paktı, bugün Osmanlı İmparatorluğu alanında oluşturulacak Merkezi Devletler Birliği’nin tıpkı Avrupa Birliği gibi kurulabilmesi açısından bir çıkış noktasıdır .Böylesine bir bölgesel yapılanma için de Türkiye’nin gene Atatürk’e dönmesi gerekmektedir . Atatürk’ü diğer cumhurbaşkanları ile karıştırmamak gerekmektedir . Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yılına doğru yol alırken , bu devletin kuruluş modelinin ve dayandığı paradigmanın Atatürk tarafından başarı ile uygulama alanına getirildiğini görmek gerekmektedir .

Atatürk karşıtlarının bugün Atatürk çizgisine gelmiş olmaları aslında sevinilecek bir gelişmedir .Türk devletini yönetenler , bu çatı altında seksen milyon insanın yaşadığını ve böylesine büyük bir halk kitlesinin yaşamını sürdürebilmesi için merkezi ve üniter bir ulus devlet modelini Türkiye’nin koruması gerektiğini görmelidirler . Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlet modeli ile Müslüman toplum yapısını hem birlikte var edebilmeli hem de yaşatabilmelidir . Türkiye’nin varlık nedeninin kurucu önderden geldiği görülürse, o zaman bugünün koşullarında herkesin vatandaşı olduğu devletten yana olarak Atatürk’e dönmesini normal karşılamak gerekmektedir . Atatürkçülerin küresel neoliberal çizgilere kayarak Atatürk’ten uzaklaştığı bir aşamada ,Atatürk karşıtı olarak görünen bazı kesimlerin Atatürkçülüğe dönmesi olumlu bir gelişmedir . Çünkü söz konusu olan vatandır ve çatısı altında yaşanılandevlettir . Devletin yıkılma aşamasına geldiği ve parçalanma senaryolarının zorla dayatıldığı bir yeni durumda gerçek anlamda vatanseverlerin Atatürk çizgisinde bir araya gelmeleri ülkenin geleceği açısından ciddi bir varlık ve yaşam göstergesidir . Tek devlet,tek vatan, tek millet ve tek bayrak diyenlerin genel seçimlerde üç Türkiye’nin ortaya çıktığını görerek , tek Türkiye için Atatürk ve Kemalizm’i öne çıkarmaları gerekmektedir . Yaşanan deneyler tek Türkiye’nin ancak Kemalizm ile mümkün olduğunu göstermektedir . Bölünmeye karşı çıkan ve ülkenin birliğinden yana olan bütün vatanseverlerin , Atatürk çizgisine gelmesi ve Türkiye Cumhuriyetinin yaşayabilmesi için Atatürkçü olmaları en doğal yaklaşım olmalıdır . Bu açıdan Kemalizm Türkiye için zorunluluktur .

Soru 2-Türkiye bir yol ayırımında mı ?Özellikle NATO ile ilişkiler konusu çok tartışılıyor Perde arkasında neler var ? Sizce Türkiye’nin yeni yolu nedir ?

Cevap 2- Başkent Ankara’nın ortasında yer alan NATO YOLU isimli caddenin adı Belediye kararı ile ATA YOLU olarak değiştirilmesi için harekete geçildiği bir aşamada , AtatürkTürkiyesi ile NATO’nun karşı karşıya geldiği görülmektedir . Yıllardır NATO baskısı altında batı emperyalizminin dümen suyunda götürülen Türkiye’nin, değişen dünya koşullarında NATO yolundan ayrılarak ATAYOLU’na doğru dümen kırdığı görülmektedir . Sosyalist sistemin VARŞOVA paktına karşı kurulmuş olan NATO aslında Varşova Paktının dağıldığı gün bitmiştir . Sovyetler Birliğine karşı bir savunma örgütü olarak kurulmuş olan NATO , bu büyük devlet yapılanması ortadan kalktıktan sonra anlamını yitirmiştir . Küreselleşme döneminde batı emperyalizmi yeniden saldırganlaşırken , NATO , Kosova gibi geri kalmış ülkelerin ele geçirilmesi sırasında bir saldırı ve işgal örgütü olarak kullanılmıştır .Alan dışı doktrini icat ederek batının çıkarları doğrultusunda bütün dünya ülkelerine saldırmaya ve de işgale çalışan bu örgüt , artık bir güvenlik örgütü olmaktan çok terör örgütleri gibi tehdit yaratan bir yapı olarak görülmektedir .Orta Doğu ülkelerindeki gelişmeler Kosova’daki gelişmelere paralel olunca bölge devletleri ve halkları NATO’yu batı emperyalizminin tehdit unsuru olarak görmeye başlamıştır . Bu aşamada Avrupa Birliği’nin giderek ABD’nin denetimi altına giren NATO’dan ayrılarak kendi ordusunu kurması da yeni bir dönemin başlangıcıdır . Her devlet kendi güvenliği peşinde koşarken sadece ABD’ye hizmet eden bir kuruluştan Türkiye’nin destek beklemesinin bir hayal olduğunu son gelişmeler ortaya koymuştur .Şangay işbirliği örgütü de bu süreçte güvenlik yapılanmasına girmiştir.

Gelinen aşamada yapılması gereken , NATO’nun bir uluslararası güvenlik örgütü olarak Birleşmiş Milletlere bağlanması ve böylece bütün dünya devletlerinin eşit olarak temsil edildiği bu örgütün çatısı altında yeni bir yapılanma olarak Birleşmiş Milletler ordusunun kurulmasıdır . ABD ve İsrail ikilisinin buna karşı çıkacağı görülerek, bütün dünya devletlerinin ortak hareket etmesiyle dünya barışına hizmet edecek böylesine önemli bir adım atılabilir .Bu durumda Rusya ve Çin güvenlik konseyi üyeleri olarak Birleşmiş Milletler ordusunda ABD ve İngiltere gibi söz sahibi olacağı için NATO bir tehdit olmaktan çıkarak dünya barışına Birleşmiş Milletler çatısı altında katkı sağlayacaktır .Aksi takdirde Avrupa Birliği nasıl kendi ordusunu kuruyorsa o zaman dünyanın diğer kıtalarındaki bölgelerdeki ülkeler bir araya gelerek bölgesel güvenlik örgütleri kurmaya yöneleceklerdir . Bu durumda Türkiye’de tıpkı soğuk savaş döneminde olduğu gibi İran ile bir araya gelerek Irak, Suriye, Azerbaycan ve Gürcistan’ın içinde yer alacağı bir bölgesel güvenlik örgütü olarak yeni CENTO kuruluşunu gerçekleştirmesinde bölge ve dünya barışı açısından zorunluluk bulunmaktadır . Merkezi alandaki terör ve savaş saldırılarının sona erdirilmesi için böylesine bir bölgesel güvenlik örgütünün bir an önce kurularak devreye girmesi gerekmektedir .

Küresel hegemonya peşinde koşan büyük devletler bütün kıtalarda savaşları gündeme getirerek bölge ülkelerini baskı altına almaya çalıştıkları için dünya barışı bu olumsuz koşullarda bir türlü gerçekleştirilememektedir .Birleşmiş Milletler en üst uluslararası örgüt olduğu için , bütün uluslararası kuruluşlar ile birlikte Nato’nun da Birleşmiş Milletler ordusu konumunda bu üst kuruluşa bağlı bir statüye kavuşturulması , dünya barışı açısından zorunlu görünmektedir . Başta Almanya ve Avrupa ülkeleri ABD’nin özel ordusuna dönüştürülmüş olan bir NATO ile güvenliklerini sağlayamayacakları açıkça ortadadır . NATO bu hali ile daha fazla gidemez ,bu yüzden ya Birleşmiş Milletlere bağlanarak dünya ordusu olacaktır ya ortakların çekilmesiyle birlikte dağıtılacaktır .O zaman da kıtalar üzerinde bölge orduları oluşturularak evrensel barış düzeni oluşturulmaya çalışılacaktır . NATO’yu yönetenler bu yüzden Birleşmiş Milletler ordusuna yönelmelidirler .

Soru- 3- KAPİTOKRASİ isimli kitabınız ilginç tespitler ile dolu görünüyor . Neden böyle bir kitap yazma gereğini duydunuz ?Şirketler ile devletler arasındaki ilişkileri nasıl açıklıyorsunuz ?

Cevap-3-Kapitokrasi kitabı büyük bir ihtiyaçtan doğmuştur . Sermaye sahibi para babaları her şeyi satın almaya bayıldıkları için siyasal partileri ve basın organlarını da satın alabilmekte ve kendi çıkarları doğrultusunda geliştirdikleri akıl ve fikirleri kamuoyu üzerinden halk kitlelerine ve devletlere kabül ettirmeye çalışmaktadırlar .Lenin emperyalizmi , kapitalizmin en üst aşaması biçiminde tanımlamıştı . Ben de Kapitokrasi kavramını küresel emperyalizme dönüşen sermaye düzeninin en üst aşaması olarak gündeme getiriyorum . Günümüzde bütün dünya ülkeleri demokrasi ile yönetiliyormuş gibi bir görüntü yaratılmaktadır . Demokrasi halk egemenliği anlamına gelmektedir . Ne var ki , bugün halk kitleleri giderek fakirleşirken güç kaybederek demokrasinin gereği olan halk egemenliğini kullanamaz hale düşürülmüşlerdir . Açlık ve işsizliğe mahkum edilen halk kitlelerinin gerektiği gibi oy kullanarak ülke çıkarlarını koruması artık eskisi gibi mümkün olamamaktadır çünkü patronlar aşırı zenginleşerek ve her şeyi satın alarak gerçek egemenliğin sahibi görünümünde etkin olmaktadırlar .Bugün bütün dünya demokrasileri aşırı zengin patronların müdahaleleri yüzünden tam anlamıyla bir sermaye egemenliğinin yani Kapitokrasi’nin uydusu haline gelmişlerdir .

İnsanlık tarihi incelendiği zaman geçmişin her döneminde çeşitli topluluklar ve devletler arasındaki savaşlar ile yaşam sürecinin devam ettiği görülmektedir . Eskiden savaşlar ve mücadeleler devletler arasında olurken , şimdi şirketler üzerinden bir egemenlik çekişmesi öne çıkmakta ve bu doğrultuda küresel emperyalizm bütün dünyaya hakim olmaya çalışmaktadır .Kapitokrasi adını verdiğimiz sermaye egemenliği düzeninde piyasa üzerinden şirketler büyürken , özelleştirme görünümü altında devletlerin kendi ekonomilerini yönetme hakları ellerinden alındığı için devletler küçülmektedir . Tekelleşme süreci içinde büyük şirketler birer deve dönüşerek ekonomi üzerinden devletlere müdahale etmeye başladıkları için devletler devlet olmaktan çıkmakta , şirketler ise en üst düzeyde kazanç sağlama doğrultusunda devletlerin yaratmış olduğu boşlukları doldurarak devletlerin yerini almaktadırlar . Şirketler dışa açılarak küreselleştikçe ulusal olmaktan çıkmakta ve bu nedenle ulus devletler ekonomik tabanlarını ellerinden kaçırınca yıkılmaya doğru sürüklenmektedirler .

Küresel sermayenin dünya devleti projesi doğrultusunda önce ulus devletlerin sayısı 200 den 2000’e çıkacak ve devlet modeli ulus devletten eyalet devletine doğru gelişme gösterecektir . Gelecek yüzyıla kadar bu dönüşüm tamamlandıktan sonra , yirmi beşinci yüzyıla doğru devletler eyalet modelinden şehir devletine doğru dönüşüm gösterecek ve devlet sayısı 5000 kent devleti olarak artacaktır . Devlet sayısı 200 den önce 2000 e daha sonra da 5000 e çıkarken , küresel şirketler arasındaki çekişmeler sonucunda tekelleşme en üst aşamaya gelecek ve küresel şirketlerin sayısı 5000 den 500 inecektir . Böylece , 5000 kent devletinde yaşayan 5 milyar insanın gereksinmelerini 500 şirket karşılayacak ve bu yoldan devletler küçülürken şirketler büyüyerek bütün dünyayı istila edeceklerdir . Dünya ekonomisinin temeli olan kapitalizm böylesine bir süreç içerisinde şirketlerin devletleri ele geçirerek, bütün egemenliği ellerine aldığı yeni bir yapılanma dönemine doğru sürüklenecektir .Başta İLLUMİNATİ olmak üzere bütün küresel güç merkezleri böylesine bir plan doğrultusunda dünya düzenini dönüştürürlerken , tekelci şirketler aracılığı ile dünya ekonomisini ele geçirerek hem devletlerin hem de ulusların egemenlik alanlarını ellerine geçirmektedirler . Ulus devletler ile imparatorlukları yok eden kapitalistler, şimdi de eyaletler yaratarak ulus devletleri yoketmenin peşine düşmektedirler . Tarikatlar aracılığı ile de milletleri ortadan kaldırmaktadırlar . Yarın da şehir devletleri yaratarak insanlığı iyice bölmeye ve bu yoldan bir avuç zenginin küresel şirketler aracılığı ile dünyaya egemen olabilmesinin önünü açmaktadırlar.

Soru-4-Türkiye’de ulus devleti tehdit eden konular nelerdir ?Bugün gelinen aşamada sıkıntılar nelerdir ve Türkiye bu konuda neler yapmalıdır ?

Cevap-4-Türkiye Cumhuriyeti batı emperyalizminin çok uluslu Osmanlı İmparatorluğunu yıkması nedeniyle merkezi coğrafya da kurulmuş olan Avrupa tipi bir ulus devlet modeline dayanmaktadır .Avrupa kıtası küreselleşme döneminde hem bir bölgesel devlete dönüştürülmeye çalışılmakta ama aynı zamanda Katalanya örneğinde olduğu gibi on beş yeni devletin bağımsız olarak ortaya çıkması gündemdedir . Avrupa ulus devletlerin beşiği olarak kendi içinde ulus devletler barındırırken hem ulus üstü bölgesel devlete hem de ulus altı eyalet devletlerine doğru bir gelişim seyri izlemekte ve bu yüzdende ciddi bir gelecek belirsizliği içine düşmektedir . Avrupa tipi bir ulus devlet olarak Avrupa kıtasının yanı başında kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti , Avrupa kıtasında yaşanmakta olan eyalet devletleri oluşumu ile birlikte bölgesel yapılanma zorunluluğu arasında sıkışıp kalmıştır .

Küreselleşme döneminde kapitalist emperyalizm yeni eyalet devletler oluşumuna destek çıkarak ulus devletlerin varlığını açıkça tehdit ettiği için Türkiye de diğer ulus devletler gibi ciddi bir parçalanma tehdidi altında bulunmaktadır . Küresel emperyalizm ve Siyonizm ortaklığı merkezi coğrafyaya bölünmeyi bir kader olarak dayattığı için , eski Osmanlı hinterlandında yer alan bütün ulus devletler parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadırlar . Irak üçe bölünürken , Suriye beş parçaya ayrılmakta , Arabistan beş ayrı devlete bölünürken İran da beş parçaya ayrılmak istenmektedir . Fiilen üçe bölünen Libya’dan çekilen bir çizgi Pakistan’a da ulaşmakta ve bu ülkenin de üç ayrı eyalet devletine dönüştürülmesini gündeme getirmektedir . Türkiye’nin bölgedeki bütün komşuları bölünmeye mahkum edilirken , bir bölge ülkesi olarak Türkiye’yi de benzeri bir kader beklemekte ve coğrafi bölgeler esas alınarak ,Türklerin anavatanı da yedi sekiz parçaya bölünmek istenmektedir . Bu doğrultuda emperyalizm destekli güney doğu oluşumuna benzer yeni oluşumlar Türkiye devletinin bütün coğrafi bölgelerinde gündeme getirilmeye çalışılmaktadır . Alt kimlikçilik bu doğrultuda hortlatılırken , yerelyönetimcilik ülkenin her yerinde öne çıkartılarak, ulusal ve üniter devlet modeli ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır .

Türkiye’nin batılı dostları kendi birlik ve bütünlüklerini korurken Türkiye’nin parçalanması doğrultudaki bölücü gelişmeleri açıktan desteklemişler ve böylece her zamanki çifte standartlı tutumlarına devam etmişlerdir .İngiltere İskoçya’yı , Almanya Bavyera’yı , Fransa Korsika’yı ,İspanya Katalanya’yı , İtalya Lombardiya’yı , ABD Kalifoniya’yı ve Teksas’ı bırakmazken , hepsi birlikte Türkiye’ye çullanarak güneydoğu bölgesinde yeni bir etnik devlet kurulabilmesi doğrultusunda hem siyasal gelişmeleri, hem de anarşi ve terör hareketlerini desteklemişlerdir . Batı sermayesine teslim olmuş iş adamı derneklerinin Türk devletinden olan istekleri ile bölücü etnik terör örgütünün Türk devletinden taleplerinin aynı olduğu görüldüğünde , Türkiye Cumhuriyetinin çok büyük bir komplo ile karşı karşıya bırakıldığı görülmüştür . Bugün gelinen noktada Türkiye kendisi gibi ulus devlet olan ülkeler gibi bölünme ve dağılma tehdidi ile karşı karşıyadır . Küresel tekelci şirketlerin dümen suyundaki batılı devletler batının dışında kalan bütün ulus devletlerin parçalanmasına giden gelişmeleri desteklemekte ama kendileri için benzer bir gelişme modeline şiddetle karşı çıkmaktadırlar . Türkiye Cumhuriyeti bu aşamada kendisi gibi ulus devlet olan komşuları ile bir araya gelerek bölgesel güvenlik örgütü oluşturmak ve evrensel düzeyde ulus devletlerin bir araya gelerek yeni bir Birleşmiş Milletler yapılanmasının çatısı altında,ulus devletlere sağlanan hukuksal koruma sistemlerini geliştirmek durumundadır . Küresel şirketlerin oluşturduğu Dünya Ticaret Örgütüne karşı ulus devletler de bir araya gelerek acilen bir ulusal enternasyonel oluşturmalıdırlar.

Soru-5-Dünyanın merkezi konumundaki Orta Doğu bugün yangın yerine dönüşmüş durumdadır . Bu doğrultuda Türkiye’yi ne gibi tehlikeler beklemektedir . ?

Cevap-5- Orta Doğu’da tarihten gelen bütün sorunlar bugün de vardır ve giderek büyüyerek geleceğe doğru uzanmaktadırlar . Ne var ki ,bu bölgenin en büyük sorunu İsrail sorunudur .İki bin yıl önce Roma imparatorluğunun yıkmış olduğu din devleti yeniden merkezi coğrafyanın tam ortasında kurulurken , tarihin intikamının alınacağı hasım olarak Roma devleti ortada olmadığı için , işgal edilen bölgenin eski ahalisi olan Filistinliler’den iki bin yıl öncesinin yıkılımının intikamı alınmaya çalışılmaktadır . Suçlu Romalıların bugünkü mirasçısı olarak İtalyanlar dururken , bin yıldır orada yaşamakta olan suçsuz Filistinlilerin baskı ve işgal altında tutulmaları çok büyük bir haksızlığa yol açmakta ve uluslararası kamuoyu tarafından böylesine haksız bir işgal her yerde tartışma konusu olmaktadır . Tarihte iki kez kurulmuş olan İsrail yirminci yüzyılda üçüncü kez kurulmuştur . Siyonist devletin kurucuları iki kez yıkılan devletlerinin başına gelenlerden ders aldıkları için üçüncü kez yıkılmamak üzere hem emperyal hem de Siyonist komplolar hazırlayarak , bir an önce Büyük İsrail İmparatorluğu ya da federasyonu oluşturabilmenin çabası içindedir . ABD’yi bu doğrultuda Siyonist lobiler üzerinden kullanan İsrail devleti , bölgeyeBekaa vadisi üzerinden terörü ve de Kurtlar vadisi üzerinden de savaş senaryolarını Holywood destekli bir biçimde getirmiştir .

Tarih ve jeopolitik kitapları İslam dünyasının tam ortasında küçük bir İsrail devletinin sonsuza kadar yaşayamayacağını ve bu nedenle bir an önce Büyük İsrail devletinin kurulması gerektiğini açıkça yazmaktadırlar . Birinci İsrail’i bir Mezopotamya gücü olarak Babil Krallığı , ikinci İsrail’i ise bir Avrupa gücü olarak Roma İmparatorluğunun yıkmış olduğu hatırlanırsa , bugünkü üçüncü İsrail’in Mezopotamya’dan gelebilecek tehlikeye karşı ikinci İsrail olarak Kürdistan ile kendini güvence altına almaya çalıştığını ,Avrupa Birliğinden Roma İmparatorluğu benzeri bir saldırının gelmesi ihtimaline karşı bölgedeki üçüncü İsrail devletini de Kıbrıs adası üzerinde inşa etmeye çalıştığı görülmektedir .Böylesine bir strateji Kuzey Irak ve Suriye ile Kuzey Kıbrıs üzerinden Türkiye Cumhuriyetini dolaylı olarak tehdit etmektedir . Bu nedenle Orta Doğu bölgesindeki bütün gelişmelerin Osmanlı İmparatorluğunun merkezi toprakları üzerinde kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetini tehdit ettiği söylenebilir .Irak ve Suriye gibi komşu ülkelerde yıllardır yaşanmakta olan emperyalist haksız savaş gelişmeleri bu bölgenin sınır komşusu olan Türk devletini de geleceğe dönük bir çok tehdit ile karşı karşıya getirmektedir .

Batı emperyalizmi ve Siyonizm ortaklığı merkezi alana egemen olabilmek üzere , bütün bölge devletlerini eyaletlere bölerek , eyaletler üzerinden bir bölgeselleşmeyi var olan devlet yapılarının üzerine dayatmaktadır . Siyonizm Büyük İsrail peşinde koşarken , Atlantikemperyyalizmi de Büyük Orta Doğu planı doğrultusunda bir arayış içerisine girişmiştir . Bölgeye birinci dünya savaşı öncesi gelmiş bulunan İngiltere’nin Yakın Doğu Konfederasyonu planı ise en az ABD ve İsrail’in planları kadar gerçekleşme süreci içine girmiştir .Her üç program da merkezi alanayeni bir düzen vermek üzere hazırlanmış ve bu doğrultuda gerçeklik kazanma durumu dışarıdan zorlanmıştır . Bu tür planlar bölge ülkelerini doğrudan tehdit ettiği gibi aralarındaki çekişmeler yüzünden de terör ve savaş zorlamalarını orta dünya denilen merkezi alandan eksik etmemiştir .Bu yüzden Orta Doğu bölgesi yangın yerine dönmüştür . Merkezi bölgeyi ele geçirmek isteyen batılı emperyalistler ile birlikte Siyonistler de yarışa kalkışınca her türlü savaş senaryosunun bu alanda gerçekleşme şansı kazandığı görülmüştür . Türkiye’nin bir bölge devleti olarak komşu ülkeler ile bir büyük birlikteliği bölgesel yapılanma planı doğrultusunda terör ve savaşa karşı geliştirmesi gerekmektedir .Barış için Merkezi Devletler Birliği adı altında komşu devletler tehditlere karşı bölgesel bir birlik kurmalıdır .